29 Ekim 2010 Cuma

mor ve öte yanı


he evet bizim orlarda öle derler.. ötesi yada öbürü diye bişi yok (öbürü kelimesini ilk kez yazarak kullandım sanırım, bi garip geldi. doğrumu yazdımki acebaa) neyse işte öte yan derler.. 

mor ve ötesi grubunu çok seviorum.. harun tekin hakkında ortalıkta dolanan gay iddiaları geçen gördüğüm bir resim sayesinde çürümüştür heralde.. bir barda çekilmiş bir türkiye güzeli ile öpüşürken.. allam nası mutlu oldum anlatamam.. bana neyse artık. babamın oğlu sanki :D gay se gay değilse değil.. kendine gel simone :D

velhasıl bu adamların şarkıları bana hep çok derinden yazılmış geliyor.. geçen sevgilicimle konuşurkende dedimki... bu adamların şarkıları çok içli sanki bir derdi var :D

söylerken inanın aklımda bir derdim var şarkıları yoktu...

adam açıktan sölemiş yahu derdi var destek alıo belki bu yüzden.. bi gün karşılaşırsam şayet paylaşmak istermi sorcam.. sanırım kimse bu herife derdini sormamış.. artık kendi de alenen demiş artık tutamıyorum içimde diye... 

araf... ne güzel bir şarkı değilmi yahu... ben çok sevdim... kafiye redif vs ne kadar edebi kural varsa hepsine uyulmuş aferim otur 5....

bizim zamanımızda not sistemi 5 üzerindendi... zaten 10'a geçicez dedilerdi de bi ara, ödümüz kopmuştu... 5'e çok alışmıştık biz... sonra vazgeçildi şükür... off bu konuya nasıl bağladım ben şimdi bunu.. allahım nerden nereye.. işte arafı dinleyin diyecektim ben kısaca... :D

28 Ekim 2010 Perşembe

yine kabus :(

saçma sapan kabuslar görüyorum ve çok canımı sıkıyorlar :(

ya sevgilimin artık beni sevmediğini görüyorum, ya en yakın arkadaşıma kazık attığımı... bu günde sevgilimin, evde güya eski sevgilisiyle beraber fotolarının olduğu albümü buluyorum... ayyy ne tipsiz kadın öyle ne çirkiiinnn.... bide kadına bile benzemiyor ki... öylede gudubet bişi.. sevgilimde daha genç yine parıldıyor ışık gibi yanında.. bide elinden tutmuş... böyle tarla gibi bir yerdeler.... :(

o tipsiz çirkin kadını nasıl kıskandığımı anlatamam... :( ve çok mutsuz uyandım sabah.. hava karanlık yağmur yağıyor.. beni dürtsen ağlayacağım...

anladımki onun yanında erkek bile görsem kıskanma potansiyeline sahibim... halbuki ben böyle kıskanç bir kadın değildim ki :( ama bu aralar saçma kabuslar görüp olmadık şeyler sokuyorum aklıma...

bir kabus daha gördüm deniz kenarı bir yerdeyiz ben ve sevgilimin annesi... sanki kordon gibi bir yer...

merdivenle deniz seviyesine iniliyor... o biraz daha ileride ben arkadan yürüyoruz.. birden bir gürültü kopuyor arkamdan bir köpek sesi... aşşağıdan, merdivenlerden koşarak bize doğru geliyor.. önce bana saldıracak sanıyorum fakat o beni görmezden gelip yanımdan koşarak geçiyor ve ileride duran anneye saldırıyor.. o kadar korkmuşumki o anda uyandım...

galiba evde kalmak bana iyi gelmedi...

allahım sen aklıma mukayet ol... 

27 Ekim 2010 Çarşamba

yaşamak için !!!

aslında çok sinirliyim... başta izlemeye aldığım iyi şeyler yaptığını sandığım bloggerların bi poka yaramadığını görüyorum.. ne birşey aktarabiliyorlar okuyana, nede bir yaratıcılık var... ee o zaman neden yer işgal ediyorsun... siktir git çektiğin artistik fotoğrafları saçma 2 satırı kendine sakla...

her neyse efendim... beni asıl sinirlendiren şu,

ne derece hayvan sever bir insan olduğumu artık okuyupta anlamayan yoktur,  fakat vejeteryan değilim... çünkü bana oldum olası saçma gelen bir yaşayış biçimi.. hiçbir sağlıklı tarafı olmadığı gibi uzmanlarında onaylamadığı bir durum.. mantıklı hiçbir yanı yok... yaşamak için almamız gereken temel besin öğelerinden biride ettir... et sevememe, yiyememe durumunu anlıyorum.. fakat '' efenim ben vejeteryanım çünkü hayvanseverim'' durumuna aklım yatmıyor...

'doğayı yeşili çok seviyorum, bu sebeple sebzede yemiyorum' gibi mantık dışı

ben etobur bir insan değilim sadece balığı çok severim.. kırmızı et ve tavuk eti de nadiren yediğim sadece ihtiyaç duyduğum için yediğim besinler...

ya bu insanlar hayatlarında hiç belgesel izlememiş yada zır cahil tipler...

hayvanların dahi avlandığını yaşamak için et yediğini görmüyorlar.. haa kimse yemek zorunda değil.. kimse bunu anlamak zorundada değil.. ama insanların dini duygularınıda bunun ardına saklanıp aşağılayamaz...

yaklaşan kurban bayramını caniilik, katliam adı altında konu yapamaz... 

yarın birgün çocuğunuz olursa sağlıklı büyümesi adına ona et yedirecekmisiniz, yoksa  sağlıksız büyümesini göze alarak vejeteryan olarak mı yetiştireceksiniz...

ne yaparsanız yapın.. bunun adına hayvanseverlik demeyin... evimizde beslediğimiz hayvanları biz de yemiyoruz... bu çok saçma çokkk... gülüyorum bu cehalete dahada bişi diyemiyorum...

25 Ekim 2010 Pazartesi

ben çocukken salaktım


her çocuk kadar salaktım bende,

örneğin mavi gözlü insanlar dünyayı mavi görür sanardım, benden birkaç yaş büyük arkadaşım, 'sen dünyayı ne renk görüyorsun? diye sorana kadar...

ben kabul ediyorum çocukken salak olduğumu... olmayan var da sanki.

tabi bu salaklık boyutundaki saflık, gerçekleri öğrenince hep hayalkırıklıkları ile dolu bir çocuğa dönüştürdü beni... halbuki benim kendime ait dünyamda herşey sütlimandı..

televizyonu içi insanlarla dolu bir kutu zannederdim... ana haber bültenini sunan adamı biz evde yokken kapağı açıp içine girmiş sonra orada yaşamaya başlamış sanıyordum... bir de kızıyordum ona kendimce, hiç dışarı çıkıp bizimle muhabbet etmiyor diye...

ama çocukken yaşadığım 2 adet büyük hayal kırıklığı var ki, onları sanırım ölene dek unutamayacağım...

babam yeni buzdolabı almıştı o zaman daha 3 yaşındayım ( evet 3, ve dün gibi hatırlıyorum) buzdolabı girişte holde tam orta yerde duruyordu... koşarak gittim ve kapağını açtım büyük ümitlerle, işte o sahne hayatımın en büyük, ilk hayal kırıklığıydı...

buzdolabının içi BOMBOŞTU... bomboştu evet. daha 15 dk olmamıştı içeri getireli ama, benim reklamlarda gördüğüm dolaplar böyle değildiki, içinde meyveler sebzeler, envai çeşit pastalar, çikolatalar vardı, banane dışından... içi boştu !!!

işte tamda o anda anladım ben televizyon kutusunun yalancı olduğunu... o yüzden böyle takığım televizyona... her psikolojik sorunun temelinde çocukluğun yattığı doğru... 

gelelim ikinci büyük hayalkırıklığıma;

çocukların sorularıyla anneleri çileden çıkardığı döneme girmiştim sanırım.. sürekli cevabı zor sorular soruyordum, ya da cevabı çok kolay olsada bir çocuğun anlamayacağı sorular diyelim...

soy isimlere takmıştım o ara, herkes isminin sonuna bir isim daha ekliyordu... anneme sorduğumda soyisim olduğunu söyledi,

- ee peki soyisim ne ? (sorular tatmin edici olana kadar bitmez)

annem: herkesin bir ismi vardır fakat soy isim akrabalarınla aynı adı taşıdığın isimdir... yani aynı soy isimde olanlar akrabadır. dedi

belkide bana anlatabileceği en sade hali buydu cevabın..

buraya kadar normal herşey evet... 

teyzemlerle aynı mahallede oturuyorduk ve teyzemin biri benle aynı yaşta diğerleri büyük 3 tane kızı vardı, benle yaşıt olan ve bizden altı yaş büyük olan ortanca kuzenimle aynanın önünde oyun oynayarak saçlarımızı tarıyorduk...

bende dilime pelesenk olmuş soy ismimizi tekrarlayıp duruyordum... önce kendi adımı ve soyadımı söyledim sonra benle yaşıt kuzenimin adını kendi soy adımla söyledim sonrada ortanca kuzenime aynısını yaptım.... o anda ortanca kuzenim

- hayır simone o sizin soyadınız... bizim soyadınız ise farklı.

- !!!!!!!!!!!!!!!

yıkılmıştım !

kısa süreli bir sessizlik anından sonra hemen yakınımda olan dış kapıdan son sürat kendimi dışarı attım... koşarak eve gittim...  annem mutfaktaydı...

- kandırdın beni ! yalancıı ! hani onlar benim kuzenimdi hani teyzemdi, hani akrabaydık ?

annem: ne oluyor ? tabiki akrabayız tabiki onlar senin kuzenin...

ben: hayır değiller onların soyismi başka....

.....................

zavallı annem neye uğradığını şaşırdı tabi.. ve belkide anladı o anda her soruya cevap verilmemeli, bazen kendi haline zamanla öğrenmesi için bırakmalı çocuğu. :)

24 Ekim 2010 Pazar

öhö möhö


hapşrıyorum aksırıyorum... herkesi kırıp geçiren periyodik grip salgınından her yıl olduğu gibi bu yılda ben nasibimi almadım... gereksiz zamanlarda katır gibi sağlam bir bünye sahibi olan ben ne yazıkki alerjik bir insanım.. sanırım alerjim olmasa hiiiç hasta olmayacağım... geçen yıl.... offf allahım hatırlamak bile istemiyorum geçen yılı, haftada bir acil serviste sabahlayan kilo kilo serumu fondip yapan insanla şuanda çevremdeki herkes hasta olup dökülürken tık demeyen ben, aynı kişiyiz...

ama sanırım bunda evden dışarı çıkmamamında bir katkısı vardı, fakat dün geceden beri bir nane mollayım.. işte bende salgın böle hafif hasarlarla geçip gidiyor.. okula başladığım günden, kapandığı güne kadar sürekli hasta oluyorum.. okul ortamı, toz, nem beni hasta ediyor.. evde ise karantina da gibiyim.... şimdi ben ya çok hassasım yada çok naneyim.. kestiremiyorum... şuan biraz burun tıkanıklığı biraz göz yaşarması falan var... hadi hayırlısı... :(

22 Ekim 2010 Cuma

HBP


efendim ülke almış başını gidiyor... malumunuz... iktidarın her attığı adım her yaptığı girişim olay olurken, muhalefette skandallarla sarsıldı bu yıl.. artık 31 aralıkta ana haber bültenlerinde izlemeye alıştığımız ''bu yıl neler oldu'' haberlerini biliyoruz...

siyaset bana çok uzak... şöyleki oldum olası oy vermekten nefret ederim... ee mecbur vatandaşlık görevimiz fakat inanmadığım birşey için oy kullanmak bana hep saçma gelirdi... yani bu ülkede benm inanabileceğim bir yönetim zihniyetine sahip kimse yok... 

bu sebeple arkadaşlarla beraber biz kendi partimizi kurmaya karar verdik...

HBP

kim oy verir kim vermez hangi kitleye hitap ediyoruz gibi kaygılarımız yok.. çünkü bizim partimiz dürüst olacak ona eminiz... verdiği vaatlerin tersini deil, bilakis tam da, yapacaklarını vaat edecek... buna o kadar eminizki ...

gelelim partimizin açılımına

HBP yani  Halkın Bırkalanışı Partisi

ne demek bu ?

hertürlü halkı sömüren, bırkalayan gururunu onurunu ve haysiyetini elinden alan, her şekilde halkın azına zıçan ve bunu açık yüreklilikle söyleyebilen.. kuruluşunun ilk gününden niyetini adıyla beraber ortaya koyan bir oluşum demek.

ee kim bize oy verecek ? kim bunları bile bile bizi destekleyecek?

öyle demeyin ! ben kendimi yerinize koyuyorum şimdi.. 

-bilinçsizce oy vereceğime, bile bile başıma gelecekleri göre göre oy veririm, en azından bile bile lades olur deilmii ??

büyük ümitlerle başa getirdiğimiz insanların hayallerimizi bir bir yıktığına şahit olmaktansa....

sömürülmeye devam cnm ülkem....

fatmagül'e ne oldu ??


bir kişide şu dizinin adını düzgün sölesin çevremde yahu (bende dahil)

geçen gece eş dostla rumelide çay içip sahilde apaçi dansı eşliğinde eğlendikten sonra, artık eğlence sarhoşu olaraktan son durak bir işkembeciye uğradık... hiçbirimiz içmemiştik oysa, gülmekten sarhoş olmuş olabiliriz belki... nedense çok gülünce öyle bir etki yaratıyor bende, bide çok gülünce kusarcasına midem bulanıyor... o zamanda tam sarhoş hissediyorum kendimi :) gülme krizlerimiz çorbacıdada devam etti içimizden biri ;

- ya hani yeni dizi varya '' fatmagül'e ne oldu''

hepimiz birden yerlere serildik o anda... aslında fatmagüle bişi olmuş o da bunun farkında ama, niyet bu kadar belli edilmezki :)

sonra ilk bölümünü merakla bekleyen ben, (dizi için deil yahu engin akyürek'i çok severim ondan :P ) aynı akşama maç denk gelmesiyle hüsrana uğradım... :(

bütün gece sevgiliye

- bana ''fatmagül'ül suçu'nu izlettirmedin alacağın olsun sitemleri edip durdum... neyseki dizi gayet sansasyonel oldu da yekünümüz dizinin adını ezberledik... ve tabiki fatmagül'e ne olduğunuda...

bişeyide eleştirmeden izleyeyim diyorum yok yapamıyorum...

yahu mustafayı oynayan adam... be adam... oku bunuda accık feyz al... ya sen hayatında hiç taşra görmedin yahut istanbulu taşra sanıosun... o nasıl bir lisan o nasıl bir istanbul türkçesi, bırak istanbul türkçesini zeki müren türkçesi baya.

hangi taşralı bahrı yanık delikanlı böyle kitap cümleleri kuruyor.. hemide egede peeehhh :D bilmesek inanırız... şivenin en koyusunu en güzelini konuşan yurdum ege insanı... hiç balıkçı köylü bir genç arkadaşıyla konuşurken

- sanırım doğru söylüyorsun tüm bu yaşadıklarımı geride bırakmalıyım gibi bir cümle kurar...

bak cnm aynen şöyle der

-yetti gari bunnarlan uğraştığım alcem, başımı gitcem burlardan doru söylüyon....

...............................

peki son bölümdeki kaza sahnesi

allah sizin gibi prodüksiyonun tepesinden baksın emi :)

adamın sürdüğü araba başkaaaaaaa kaza yapınca yuvarlanan araba başkaa

kıyamadınızımı len 89 model mercedes'e :D

tüm bunların yanında önce vatan dizisi

(ki diziyi izleyemedim fakat sadece fragmanına dayanaraktan)

sadece fragmanın sonunda 'benim hakkım size helal olsun' diyen sadece sesini duyup yüzünü görmediğimiz arkadaşın müthiş ses tonu ve şivesiyle bile gözlerimi yaşartmaya yetmiştir....

o nasıl doğal bir veda o nasıl bir tonlama o nasıl duru bir şive.... tebrik ediyorum...

görüntüdende anladığım kadarıyla iyi bir prodüksiyona benziyor... izlemeyi isterim

19 Ekim 2010 Salı

creation


bir kez daha merhaba sayın bilokseverler. yine bir film tanıtmak için başınızı ağrıtıyorum :)

filmizizin adı creation,

başrolleri paul bettany ve jennifer connelly paylaşıyor. film darwin'in 1859 da yayınlanan başyapıtı türlerin kökeni üzerine adlı kitabını hazırlama sürecinde inanç ile bilimsel gerçeklik arasında '' tanrımı, evrimmi' ? sorusu içinde yaşadığı ikilemleri ve 10 yaşındaki kızını kaybetmesinin öyküsünü konu ediyor...

anlaşıldığı üzere filmin türü biyografi... bu tür filmlerin çoğu gibi biraz yavaş ilerlesede sonuna dek kendini izlettiriyor.

darwin'in evrim teorisi çürütülmüş olsada filmi izleyince anlıyoruzki bu öyle boşu boşuna ortaya atılmış bir teori değil... içinde bulunduğu psikolojik travma, sanki evrim teorisinden daha fazla yer kaplamış filmde... güzel ve izlenmesi gereken filmlerden bence...

ben beğendim, imdb puanı 6.7

18 Ekim 2010 Pazartesi

evdeki saltanatın sona erdi bebüşüm :P


bu gün sevgilimle evde bütün gün beraber geçirdiğimiz son gündü. yarın yeni işine başlıyor... geçiş döneminde evde benimle beraberdi hep... alışmıştık birbirimize mühüüüee :(

bu akşam dışarıda yemek yiyelim birazda hava alalım diye çıktık , belki uzun süre (haftasonları hariç tabi) böyle akşamlar yaşamayacağız... çünkü yeni işi çok yoğunmuş... 

fakat ben buraya daha fazla zaman ayırabileceğim o kesin... daha çok şey paylaşacağız burada...

akşam çıkmadan önce telefonum çaldı, akşam saatlerinde kimse aramaz genelde, tanımadığım yabancı bir numara, açtım telefonu arayan eski bir öğrencimin annesi :O

daha önce bahsetmemiştim ama ben evlenmeden önce öğretmenlik yapıyordum, evlenince mesleğimi bıraktım bir daha geri dönermiyim bilmiyorum fakat şuan başka planlar içindeyiz . iş ile alakalı...

her neyse öğrencimin annesi oğlunun beni çok özlediğini ve konuşmak istediğini söyledi. nasıl mutlu oldum anlatamam... bu öğrencim benim için çok özel bir çocuk niye bilmiyorum, bütün öğrencilerimi sevmeme rağmen onun yeri hep ayrıydı. sonra telefonu ona verdi bi süre konuştuk hasret giderdik seni çok özledim demeler4 ne zaman geleceksinler falan... sonra annesi aldı telefonu onunla yeni öğretmeninden yeni sınıfından bahsederken arkadan benim ufaklığın -anne anne telefonu ver öğretmenime bişey söylicem diye bağırdığını duydum..

telefonu aldı küçük adam çok dertli :D

- öyetmenim yeni sınıfta hiç kız yok... demezmiii :D

ahahahaha aldı beni bir gülmee.. erkek milleti değilmi işte hepsinin derdi aynıı :D

neyse bu hafta zaten eski okuluma gidip öğrencilerimi görmek istiyordum telefonda da öyle bir söz verdim artık gitmek farz oldu...

artık gidip geldikten sonra paylaşırım. çocuklar alem yahuu :)

not: bu posta uygun bir resim arayışına giremedim bu sebeplen :P lütfen yukarıdaki resime ''ne alaka'' gibi ezici cümleler kurarak bakmayınız :)

17 Ekim 2010 Pazar

doğarken


dünyaya gülerek gelen bebek gördünüz mü ? ben görmedim şahsen...

korkmayın dramatik arabesk bir yazının sinyalleri değil bunlar....

ama çoğu bebek ağlar dünyaya ilk geldiği anda... belkide diyorum, doğarken biliyoruz dünyanın kahpe olduğunu :) isyan ediyoruz bu sebeple... sonra yaşadıkça, ya da büyüdükçe güzel şeyler de oluyor ya bazen o zaman unutuyoruz birden :)

her neyse, bebek doğarken ağladığı gibi bunu takip eden zamanda da ağlamaya devam eder;

karnı acıkır ağlar, altı pislenir ağlar, gazı olur ağlar, uykusu gelir ağlar, uyanır ağlar, annesini ister ağlar, yerli ağlar, yersiz ağlar, ota, boka, püsüre, kıla, tüye, yüne, herşeye ama herşeye ağlar...

aslında başka çaresi de yoktur ki, kendini ifade etmenin tek yoludur ağlamak onun için. sesini saldımı ulu orta, o ağlama denen durum çıkıyordur ortaya

tiz, notasız, detone... ağlar da ağlar...

ta ki bir gün biri çıkıp, bebeğe anlamı olmayan bir grup kelime eşliğinde, yine anlamı olmayan el kol hareketleri yaparak  gülmesini  sağlayana kadar...

ve gariptir ki bebek, bu anlamı olmayan tüm herşeyin ne kadar saçma olduğunu, ve onu yapan o kocaman gövdede ne komik durduğunu keşfeder ve ilk defa güler... :)

simone, yani ben, dünyaya ağlamadan gelen bir azınlığın temsilcisiyim...

doğarken ağlamayan bir bebek tabii ki doğumhaneyi rahatsız edecektir. çünkü böyle olmamalıdır  değilmi? bebek ille de ağlamalıdır ağlamıyorsa ağlatılmalıdır, düşünceleri eşliğinde hayatının ilk saniyelerini yaşayan ben, soğuk karmaşık doğumhanede hayatın ilk sillesiyle tanıştırılırım..

işte o andan itibaren hiç durmadan, hiç dinlenmeden, bilmemkaç oktavlık sesimle ağlamaya başlarım.

aylar geçer ama ben susmam bir türlü sonunda dayanamayan zavallı annem beni kaptığı gibi bir doktora götürür konuşma aynen şöyledir;

- sürekli ağlıyor gece gündüz hiç susmuyor acaba bir hastalığımı var rahatsız mı anlamıyorum...

(doktor beni evirir, çevirir muayene eder... sonra anneme döner)

- yoo gayet sağlıklı turp gibi hatta hiçbir şeyi yok

annemi ikna etmek için buna benzer birşeyler daha söyler ağlamamın bir nedeni olmağını falan... halbuki ben ona bir sürü neden sayabilecekken.

'' siz değilmiydiniz beni doğduğumda zorla ağlatan ? hani hayat öyle emretmişti? ağlamıyorum diye bana o şamarı vuran siz değilmiydiniz :) ne komik şimdide ağlıyorum diye şamar yemek üzereyim.. oysa ben sessiz sedasız gelmiştim dünyaya, ağlamayacaktım kararlıydım... sırf ağlamıyorum diye o şamarı yememeliydim daha çok erken değilmiydi? kimbilir hayattan daha ne şamarlar yiyecektim.... kimbilir daha ne çok ağlayacaktım....

günün şarkısı olsun

15 Ekim 2010 Cuma


geçenlerde evdeki bazı eksikler için ikea'ya uğradık... ikea'yı seviyorum peşinde dolanan bir satış temsilcisi yok, herşey gayet açıklayıcı düzgün paketlenmiş.. fakat bazen sinir olmuyor değilim... büyük mobilyaları raflardan almak için yardım isteyebileceğiniz kimse yok...

tamam kutular yassı falan ama kardeşim koca elbise dolabını yassı kutuya koyunca hafiflemiyorki bu meret.. tut ucundan da beraber indirelim şunu arabaya diyemiyorsunuz...

şu isveçliler çok zeki insanlar herşeyi paraya çevirmişler...restoerandaki yiyecekler bile satılabiliyor... hatta orada oturduğunuz sandalyeler masalar bardaklar vs herşey ikeanın içinde mevcut.. ee tamam buraya kadar problem yok.

alacağımızı aldık kasaya yaklaşıyoruz, ana! birde ne görim.. hani o taşıdığımız sarı arabalar varya, kasanın yakınında bir tabela üzerinde bu arabanın resmi var altında da aynen şu yazıyor;

-alışveriş arabamızı çokmu beğendiniz? fiyatı 29.90 

:O

yazıyı okur okumaz gayrı ihtiyarı kasadaki elemana doğru döndüm ve aramaya başladım etiketi neresinde acaba diye

- kasiyeri çokmu beğendiniz? fiyatı ......

tabi kasiyer özelliklerine göre değişir

arkadaş ikea bu herşey beklenir... artık içeride gezerken sağıma soluma bakıyorum. o hiçbir işe yaramadığı halde ortalarda dolanan sarı tişörtlü satış temsilcilerine daha bi dikkat eder oldum...

biri çaktırmadan gelip arkamıza bi etiket yapıştuırmasın

aldığı ürünler yanında bedava diyee :)

yinede ikea evimizin herşeyi :)

13 Ekim 2010 Çarşamba

yalan dolan habere alıştık ta copy paste ve google çevirinin saçma çevirilerine pess diyorumm pes... :)

sayın bilokseverler az önce karşılaştığım 'komik' haberi sizlerlede paylaşmak istiyorum.. haber sahibi VATAN GAZETESİ internet sayfası...

yalan dolan habere alıştık... şaşırtmaca, taraflı haberede peki diyoruz.. ama buna da eyvallah diyemicemm... okuyucu bu derece aptal yerine konulmaz bu derece küçümsenmez... 

bir haberi böyle özensizce ve kontrolsüz hazırlayıp yayına vermek bence okuyucuyu küçümsemekten başka bir şey değildir....

haber yapmaktan aciz gazetecilerimizin yabancı haber sitelerinden haber kopyalayıp kendi sayfalarına çerez haber niteliğinde koymalarına sözümüz yok zaten.. fakat madem şu haberi kopyalıyorsunuz çevirisini adam gibi yapın be arkadaş,

google translate çeviri haberlerle çıkmayın karşımıza, kocaa haber merkezinde ingilizce bile çeviren 1 tane adamınızdamı yok ??

buyrun efendim saçma haberi bir de siz okuyun... anlarsanız banada anlatın :)

http://www18.gazetevatan.com/fotogaleri/resim.asp?kat=16440

11 Ekim 2010 Pazartesi

caramel


sevgili bilok okuyucuları bilmemek değil, öğrenmemek ayıp kısmımıza hoşgeldiniz :P

müziklerine ve kadınlarına hayran olduğum bir filmden bahsetmek istiyorum...

adı caramel...

filmi izlerken çok keyif aldım, birbirinden farklı 5 kadının hayatlarını, ilişkilerini, duygularını anlatıyor. özellikle müziklerine bayıldım. film beyrutta bir güzellik salonunda geçiyor çoğunlukla.

filmin hem başrol oyuncusu hemde yönetmeni nadine labaki... tam bir kadın filmi yani... 

imdb puanı 7.0 olan filme bende 7.4 veriyoum :)

6 Ekim 2010 Çarşamba


doktor randevum güme gitti dostlar... uzun süre randevu alabilmek için çabalamış kendini paralamış bir insanın başına gelebilecek en son şey başıma geldi randevum iptal oldu... en az 1 hafta beklemem gerek yeni randevu için.. ee bir yandan sevinmedim değil, tırsıyordum doktora gitmekten evet...sevmiyorum napim...

çocukluğumu 3 bölüme ayırsam 2 bölümü doktorda geçmiş diyebilirim... hanemde bir dolu doktor anısı bulundurmaktayım..iğne olmamak için hastaneden kaçıp, sokakta enselenmek. hemşireleri tekmelemek, acil serviste kan görünce bayılmak, kanı alınıp labratuarda kaybedildiği için 3 yada 4 kez kan aldırmak zorunda kalmak...  her çocuk gibi doktor fobim vardı... ve gelebilecek tüm aksiliklerde benim başıma gelirdi hep... büyüdükçe yendim korkumu fakat yinede huzursuz eder beni hastane ortamı...

bugün de dünkü ruh halimden farksızım... bütün gün üzerimde pijamalarım ayağımda terlik tv nin karşısından kalkmadım... sevgilim bitanem gün ışığım da evde yokki bu akşam :( ama gelecek az kaldı...

bu ruh halini üzerimden atmak için sanırım dışarı çıkmak gerek.. hem yarın yağmur da yağacakmış pembiş yağmur çizmelerimi giyip su birikintilerine basmak istiyorum, yağmuru çok seviyorum ben... :)

5 Ekim 2010 Salı

aslında yazıp deşaj olmak istiyorum ama ne yazacağımı bilemiyorum... ruh halim çok karmaşık bu aralar, dün ne kadar neşeli uyanmıştım halbuki.. sanırım sebebi sonbahar bu durumun ve tabii bir de hormonlar... bir de yarın doktor randevum var, düşündükçe afakanlar basıyor. mühim bir şey değil ama hastaneye gitme fikri bile geriyor beni... ne kadar memnuniyetsiz biri oldum ben bugün...

sokağa çıkmak istemiyorum, konuşmak istemiyorum, aynaya bakmak istemiyorum... acil toparlanmam lazım benim hemde en acilinden.... güzel haberler ve güzel resimlerle geri dönücemm söz :)

4 Ekim 2010 Pazartesi

neşeli sabahlaaarr


ihihihihi... bu gün bi mutlu bi neşeli uyandım... dün gece anlamsız bir mide bulantısı ve yorgunluk eşliğinde yatınca buna inanmak güç oluyor tabiii... ve her zaman böyle uyanmıyorum, mesela bundan önceki 3 gün gayet sinirli ve huzursuz uyanmıştım... genelde bir gürültü veya sürekli bir ses eşliğinde uyanınca çok sinirli oluyorum.. apartmanımızdaki tadilat nedeniyle matkap sesleri eksik olmuyordu son bir kaç gündür...

nihayet hepsi geçti.... böyle güzel başladığım günlerde enerjim hiç bitmiyor...  o günü dolu dolu geçirmek istiyorum, yemek yapmak gezmek tozmak örgü örmek vs. hepsini bir arada yapmak istiyorum...

bu günde aklıma tiyatro düştü.. 

efenim 3 yıl özel bir tiyatroda oyunculuk yaptım..kısa bir süre de reji asistanlığı.. ve her zaman tiyatro oyunları yazdım amatör olarak.. yazdığım bir oyunda sahnelendi... 

bir dönemde kendi tiyatromuzu kurduk eski tiyatromdaki arkadaşlarımla.. fakat herkesin nazı birbirine geçtiğinden çok uzun ömürlü olmadı :(

ama uzun süre oldu bir tiyatronun kapısından girmeyeli... öyle özledimki... bu gün sevgilime tiyatroya gidelim dedim, o da onayı verdi ve başladım oyun araştırmaya.

bugün yarın tiyatrodayız çok heyecanlıyıımm :)