31 Ocak 2011 Pazartesi

11:14


patrick swayze ve hilary swank'ın oynadığı 11:14 , adından da anlaşıldığı gibi gece 11:14 te gerçekleşen bir olayın öncesinde neler olduğunu anlatıyor....

başınıza bir olay gelse ve bir yanlış anlaşılmadan ötürü suçlu duruma düşseniz, gerçekten hiçbir suçunuz olmadığınımı düşünürsünüz :) biraz karışık oldu tamam, şöyle yapalım... belkide başımıza gelen herşeyin bir sebebi vardır... :)

ya aslında filmde böyle derin felsefik anlamlar içeren bir film değil bakmayın saçmaladığıma...

ama eğlenceli bir film... film türü gerilim yazılmış ama ben eğlendim izlerken... yani çok beklenti içine girmeden izlenebilecek güzel bir film...

hiçbirşey için olmasada hilary swank ve patrick swayze için bile izlenir

haa bu arada filmde colin hanks oynuyor... colin hanks'i bende bu filmden önce tanımıyordum ama, film hakkında ufak bi araştırma yaparken keşfettim... kendisi tom hanks'in oğlu olurmuş... sonradan dikkat ettim de babasının kopyasıymış zaten... colin hanks belliki babası gibi sinema dünyasında parlamamış, bunun dışında bir kaç rolü daha var ama hepsi vasat roller... şu an 35 yaşında olan colin hanks'in bundan sonra yıldızı parlarmı bilmem.... babasını çok severim hadi onun hatrına colin'ide bağrımıza basalım sahip çıkalım :)

30 Ocak 2011 Pazar

hayat bi garip


bu akşam uzun ve bunaltıcı bir yolculukla evime vardım... yolun %70 i ayakta geçti... kalabalık heryerden nefret ediyorum, gayet kendi halinde, otobüste kendine güvenli bir yer olarak yamacımı seçmiş bir teyzenin beni çantasıyla cam arasına sıkıştırmasına sabır çekerek, zavallı bir teyzeyi kırmamak için, sinirimin hedefi olmaması için saçma sapan şeyler düşünürken aklıma takıldı

şu hayatta öğrenilmesi çok kolay olan ama benim bir türlü öğrenemediğim şeyler var ve bunlardan garip bir şekilde utanıyorum

- yüzmeyi bilmiyorum... çok normal görünüyor değilmi ? ama değil.

eğer sizinde çocukluğunuz deniz kenarında geçseydi ve daha 5 yaşında bebeyken bile tüm arkadaşlarınız balina gibi yüzseydi bu utanç verici olurdu

peki neden bilmiyorum? inanın bunuda bilmiyorum... ama bildiğim birşey var çok çabalamama rağmen kimse öğretemedi bana yüzmeyi... bu görev için birbiriyle yarışan hatta iddialaşan arkadaşlarımda oldu ama olmadı yapamadım...

- ıslık çalmayı bilmiyorum... okul hayatım otobüslerin minibüslerin peşinde koşarak geçti... arada benim halimi görüp minibüse ıslık çalan hayırseverler dışında...

bunun içinde çok uğraştım. annem süper ıslık çalar mesela, uğraştı öğretemedi... yıllarca çabalamamın sonunda dışarı doğru üfleyerek değil nefesimi içeri doğru çekerek bi miktar çalabiliyorum artık ama onuda yanımdaki zor duyuyor.... :/

- bir türlü tavla oynamayı öğrenemedim... ama bu konuda kendimi çok eleştirmiyorum öğrenmek istemedim heralde.. ya da deneyip hüsrana uğramaktan korktum.

- her türlü müzik aletini çalmayı denedim ama en fazla 2 gün sürdü aşkım.. çünkü gitar parmaklarıma nasır yaptı, flüt bi süre sonra ağzımı hissetmememe sebep oldu (biliyorum bunları bu işi yapan herkes başlangıçta yaşadı ama benim vazgeçesim varmış) piyanonun sesi kafamı ağrıttı vs vs...

-araba kullanmayı öğrendim ama bir türlü viteslerin ne zaman neye göre değiştirileceğini öğrenemedim... yani her öğreten bana şöyle dedi

"evet şimdi vitesi 5'e al"

tamamda neden? işte kimse bunun cevabını veremedi bana... yani mantıklı bi cevabı olsa anlıcaktım belkide...


yani şimdi bunlar böyle genel olarak problem gibi görünmüyor ama içsel dünyamda kopan fırtınaları ne kadar anlatabildimse işte :)

ama tüm bunların yanında açıklanamayan mucizelerde yaşadım hep

- mesela daha minimini bir çocukken bütün 1. ligdeki takımların kaptanlarını ezbere bilir hepsini sayardım.. hayır asla fanatik futbol düşkünü bir çocuk değildim ama bunda babamın 24 saat evde futbol izlemesinin payı büyüktü diye düşünüyorum... abimin arkadaşları bize geldiğinde hemen beni yanlarına çağırıp başlarlardı saydırmaya :)

- ilk işimde yüzlerce referans numarası ve yüzlerce çeşit ürün arasında çalıştım.. bunlar farklı kalınlıklardaki kataterlerdi... (ameliyatta kullanılan bir sonda türü) hiçbir çaba harcamama rağmen bütün referans numaralarını ezbere bilir, bütün kateterlerin hangi numara olduğunu uzaktan bile baksam anlardım...

- bir sabah kalkar bu gün dünyanın bir yerinde bir uçak düşecek derdim ve hiç sekmezdi... aslında öyle "6. hissim kuvvetlidir " diye ortada dolanan biri değilim ama bu uçaklara has bir durumdu sanırım..

bunlarda mucize saylmaz tamam... vazgeçtim

otobüste gelirken düşündüklerim sonucunda bir sıkıntı belirdi kafamda yine

ya ben gerizekalıyım ya da zekiyim... yıllarca benimde birşeye yeteneğim olmalı diye düşündüm durdum, denedim... spora yok. müziğe de yok.

ama var birşey daha keşfedilmemiş birşey var... biliyorum :) hala umutluyum ... dedim veeee

sıkıntı daha çok büyüdü içimde, yanımda beni çantasıyla taciz eden teyzeye döndüm " biraz ileri gidermisiniz çok sıkıştım ben burada" deyiverdim....

26 Ocak 2011 Çarşamba

mary and max

artık biliyorsunuz animasyon hastası olduğumu... animasyon filmleri iyi veya kötü ayırd etmeden izliyorum. bu kez yine ne izlesem diye araştırırken daha önce hakkında hiçbirşey duymadığım, hiçkimsenin önermediği bir animasyonla karşılaştım.. bir filmi izlemeden önce mutlaka yorumlara göz atan ben, söz konusu animasyon olunca hiçbir araştırma yapmadan bastım play'e

film stop-motion tekniği ile çekilmiş. bu teknik bildiğim kadarıyla filmdeki karakterin kuklalarıyla milimetrik hareketlerin yüzlerce fotoğrafını çekerek oluşturulan bir teknik... bu sebeple izlemeye başladığınızda biraz yadırgayabilirsiniz. değişik bir görüntüsü var.

film, küçük yalnız ve ilgiden yoksun 8 yaşındaki mary ile yaşlı şişman ve asperger sendromu denen bir psikolojik rahatsızlıktan müzdarip 44 yaşındaki max'in arasında oluşan mektup arkadaşlığını anlatıyor..

ikisinin çok iyi arkadaş olmalarının sebebi ortak noktaları olan çikolata ve hiç arkadaşlarının olmamasıdır. bu mektup arkadaşlığı ikisininde hayatını farklı yönlerde değiştirecektir.. mary daha da büyüyecek max ise daha fazla kilo alacak ama hayat birbirleri sayesinde daha da kolaylaşacaktır. birbirlerini hiç görmeden devam eden bu mektup arkadaşlığı yıllar sürecektir... avustralya da yaşayan mary amerikadaki max'i bir gün görmeye gitmek için çocukluğunda broşür dağıtıp para biriktirmeye başlar...

filmin bundan sonrası için yazmayı burada bırakıyorum...

bir animasyonun insanı ağlatabileceğine inanmayanlar mutlaka izlesin bunu tamamen beklentisiz bir şekilde izlemeye başladığım bu film artık benim listemde ilk sıralarda...

p.s : film gerçek bir hikayeden uyarlama

p.s.s : ve sonunda ağlamamak için resmen savaş verdim

p.s.s.s : bu kez filmin fragmanını değil beni en çok etkileyen sahneyi sizlerle paylaşmak istedim pink martini eşliğinde....

ve son not: bu filmi izledikten sonra neden bu kadar p.s yazdığımı anlayacaksınız :)

BLACK SWAN

bi süredir izlemek için çırpındığım, ama ailemizin erkeklerinin "biz bale filmi seyretmeyiz yea" tepkilerine maruz kaldığım BLACK SWAN'ı nihayet dün gece tek başıma oturdum ve izledim....

heee şimdi bu yazıyı okuduktan sonra aynı fikirdeki tüm erkeklerin izlemediklerine çook pişman olacaklarını umuyorum... gerçekten büyük kayıp...

NATALİE PORTMAN zaten oyunculuğunu, gülüşünü, duruşunu herbişeyini son derece beğendiğim bir kadındı... beni bir kez daha hayran bıraktı kendine...

WİNONA RYDER ne oyunculuğu ne kendini beğenirim... hiç sevmem hatta bu filmde başrolde oynadığı duyumunu aldım bir yerlerden açıkçası ödüm çatladı NATALİE'nin önüne çıkarıldıysa diye.. fakat tüm kaygılarım yersizmiş belki 2 belki 3 sahnede görünüyor ve o da çok kısa zaten....

VİNCENT CASSEL kendisini ELİZABETH filminden biliyorum çok iddialı bir rol değildi, bana göre ortalama bir oyuncu. bu filmde de aynı şekilde...

filme gelecek olursak... son derece akıcı , filmde sizi olmayan birşeye inandırmaya çalışmıyor... herşey ortada, öyle sonunda süpriz olacak şapkadan kuş çıkacak diye beklemeyin... hani 6. his tarzı sonlardan değil ama güzel, derin bir iz bırakan sonu var...

Nina (Natalie Portman), oldukça yetenekli bir balerindir. Annesinden aldığı bu yeteneği ile oldukça büyük bir gösteri olan KUĞU GÖLÜ’nde oynamayı istemektedir. Bu gösterinin baş balerinini değiştirecek olan ünlü yapımcı Thomas Leroy, Nina’yı uygun bir aday olarak görmektedir. Fakat Nina, Kuğu’nun beyaz yüzü için uygundur. Diğer bir rakibi olan Lily ise, Kuğunun siyah yüzü için uygun bir adaydır. Aralarındaki rekabet garip bir arkadaşlığa dönüşecek olan ikilinin bu gidişatı Nina’nın bir takım psikolojik değişimler yaşamasına neden olacaktır…

22 Ocak 2011 Cumartesi

boktan bir yazı oldu üzerinize afiyet :)


( bknz ağaçlar çicek açmış)


bugün sevgili arkadaşlarımdan biri, ben buralarda yalnız ve biçareyim diye kalktı hasta haliyle bana geldi... önce mükellef kahvaltımızı yaptık sonra bi süre wii oynadık (yine kollarım tutmuyor) sonra çıktık biraz hava alalım diye... yürüdük yürüdük ....

inanamadım ağaçlar çiçek açmış ya kız :0

hemen şipşak fotoladım durumu.. ayrıca da hava fevkalade sıcaktı... sayın okur biz bu yıl kar göremicez anladım ben onu... ocak ayında da çiçek açtı ya dallar... ağaçların bile kafası karıştı ben napayım.. arada ayları şaşırmak en doğal hakkım öyleyse...

bu arada ço alakasız amma sabah rüyamda ayıptır söylemesi "bok" gördüm amma bir insan evladının o ebat ve renklerde çıkarması mümkün deil... renk renk çeşit çeşit boklar.. bir de hangi hayvana aitse şayet kendisi kadar çıkarmış.... böyle labirent gibi daracık bi yerdeydim boklara basmayım diye seke seke ceylan misali gidiyordum, ama arada ucundan basmış olabilirim bilmiyorum şuan... ööğğk anlatırken bile içim bulandı... ama niye anlattım ben bunu şimdi ? tez zamanda bir servete konacağım sanırım... bok paraya delaletmiş...

yani eğer bana piyango falan çıkmazsa gördüğümle kalıcam, yanarım yanarım ona yanarım...


18 Ocak 2011 Salı

huuu huuu geçmiş olsuuuuuuuunn

çok yoruldum sayın okur... bugün kendime gelir gelmez vahiy gelmiş gibi "temizlik yapmalıyım" dedim. arada eser böyle... sabahtan beri uğraşıyorum sil süpür temizle parlat.

ellerim norveçli denizciler gibi çatladı yeminle...

karnımda çok acıktı bu akşam menüde mantarlı omlet var...

acayp bir huyum var ev temiz olunca kendimi daha zinde ve enerjik hissediyorum... mesela dağınık bir evde sabah gözlerimi açamazken eğer o gün yeni temizlemişsem sabah çakı gibi uyanıyorum...

bu arada bu enerjimin sebebinide merak etmiyor değilim... az önce bilgisayarımı açınca bütün yeni girilen postların hastalıkla alakalı olduğunu gördüm.. tüm blog yazarları hasta olmuş... yakın bir arkadaşımda feci hasta, herkes ama herkes hasta...

ben ise bu yıl evde olmamın sonucu bir kere bile hasta olmadım... ama çalışırken işler öyle değildi tabi.. geçen yıl örneğin; kronik alerjik olduğumdan haftanın bir gecesi mutlaka acil servisteydim.. ateş, kusma, nefes darlığı vs vs.... geçen yıl o kadar hasta olunca bu yıldan çok korkuyordum açıkçası... deli gibi çalışmak istesemde biliyorumki işe başladığım ilk gün hasta olucam :)

hasta olmamaktan mutlu ama evde olmaktan mutsuzum nasıl dengelenecek bu durum bilmiyorum.... tüm hasta okurlara acil şifalar diliyorum. kendinize iyi bakın yahu ıhlamur için limon sıkın falan filan işte :)

ilk korku (primal fear)

bu filmi izleyeli çoook oluyor... zaten eski de bir filmdir... hafızama kazıdığım filmlerden.

filmde Edward Norton ve Richard Gere başrolde..

süprizlerle dolu bir film... Edward'ın daha toy bir bebe olduğu dönemlerden belkide ilk filmi :)

richard gere başarılı bir avukattır ve bir psikoposun öldürüldüğü davaya bakmaya talip olur. katil zanlısı daha çocuk denecek yaştaki edward norton'dur. görünüşte bu davayı kazanması imkansızdır. Edward Norton'un yıldızının parladığı bir film... sonu süprizlerle dolu, akıcı sürükleyici ve sonuna kadar ritmini düşürmeyen bir film...

17 Ocak 2011 Pazartesi

yapabilirim mi ?


dışarıda gezerken gördüğüm her güzel şeyi "ben bunu kendim yaparım yea" deyipte tembellikten yapamayan bi insanım... bakınız artık tembelliğimi alenen ilan ediyorum... utanmıyorum hayır.. böyle mutluyum...

bugün akşam üzeri 3 gibi uyanınca (artık bir pazar klasiği) kendimize gelebilmek için kendimizi dışarı attık.. biraz dolanalım hava alalım diye. zara home'u çok seviyorum tüm yatak örtüleri bardaklar çanaklar vs tam benm tarzım... country tarzını oldum olası sevmişimdir... örgü yatak örtüleri ahşap tabureler beyaz mobilyalar vs...

zara home'da el örgüsü bir yatak örtüsü gördüm ve görür görmez vuruldum... aslında çok basit ve güzel... sevgili kocicimn tüm çekelemelerine rağmen çıkarıp telefonu resmini çektim kehkehkeh... örneğini aldım güüüüya.. örücem ya... bizim gelinin hamileliğinin başında başladığım ve gaayet kolay olan bebik battaniyesini bile çocuk doğduğu halde bitirememiş bi insan olan ben.. koskocamaaaaan yatak örtüsü örecekmiş... evet bende inanmadım buna... örneğin resmini koyuyorum belki siz yapar ve beni utandırırsınız :)

14 Ocak 2011 Cuma

biri beni durdursuuuunnn


efem 27 yıllık hayatımın en tembel dönemlerini yaşıyorum sanırım... tabiri caizse postu yaydım yatıorum... ve bu durum hiç hoşuma gitmiyor. sabahları uyanayım diye arayan annemi bile azarlar duruma geldim... sabahları zaten normal şartlarda gergin olurum ben... hemen her sabah arayıp gelmiyormusun diye soran annem bu sabah telefonu açar açmaz "sen hala uyuyomusun, sağlığın bozulacak uyu uyu... kaaaaaaaaaaalkkk" diye bağırınca... ona kabus gibi üzerime çöktüğünü, sabahları uyanmam için yaptığı baskılardan evden ayrıldığım halde kurtulamadığımı söledim.... pişman değilim... bi kısmı doğru çünkü :D

annem, ben evdeykende şu sabah uyandırma ayarını tutturamazdı. ya sabahın kör karanlığında başıma dikilir "kalk artık hadi kahvaltı yapıyoruz" der. ya da hiç uyandırmaz saate bir bakarım ki öğlene dayanmış :S

zaten haftanın 5 günü, hava aydınlanmadan uyanan ben, neden haftasonu da aynı saatte uyandırılmaya çalışıyorum aklım ermezdi... bunu anneme söyleyincede hiç uyandırmazdı günün yarısı giderdi... yani tek istediğim saat 10 gibi falan uyanmak oysa... :S ahh anne ahhhh...

neyse efendim evlendim kurtulamadım... ama hayatımda da hiç bu kadar bunalmadım.. iş hayatı evlilikle beraber devre arası verince. evde tüm gün yapayalnız ne yapacağımı bilemediğimden ne kadar geç uyansam kar diye düşünerekten saatleri yatakta geçiriyorum... en azından evde yalnız geçireceğim zamanı yarıya indirmiş oluyorum... ama artık yeter... çok bunaldım çok.. yapılacak herşeyi bile yapsam maksimum 1 saat sürmesinden çok bunaldım... bütün gün oje sürüp silip başka renkler sürüp zaman geçirmeye çalışıyorum... kendimi oyalayacak bişi bulamıyorum bir türlü... artık çalışma zamanı geldi anlıyorum...

kendime bool şans diliyorum :S


naaptın zekeriyaaaaa

arkadaşı tebrik ediyorum... daha da yorum yapamayacağım :D

12 Ocak 2011 Çarşamba

Pan's Labyrinth

bundan böyle sevdiğim ve önerdiğim filmlerin fragmanlarınıda elimden geldiğince burada sizlerle paylaşmaya çalışacağım....

pan'nın labirenti benim top 5'imde olan filmlerden

bazı filmlerde görüntüden ve konudan daha fazlası vardır.. bu öyle bir film... bu filmde anlatılan şey insanın yüreğine dokunuyor, boğazında düğümlenip kalıyor... uzun süre etkisinden çıkamayacağınız filmlerden...

karanlık bir film... ve filmdeki karanlık dünyanın bir çocuğun gözünden yansımasını görüyoruz...

yıllarca izlemeyi erteledim bu filmi... böyle yaratıklı saçma bir film olduğunu düşündüm hep... sonra okuduğum bir yorum bana "bu filmi izlemelisin simone" dedi. iyiki de demiş... her zaman yorumlara bakıp film izlemem ama.. yorumların ne kadar etkili olduğunu bu filmden sonra anladım ben.. tüm önyargılarım yıkıldı çünkü...

ben tek başıma izlemiştim etkisi 2 kat oldu bu yüzden... bazı filmler ancak yalnız izlenildiğinde insana gerçek etkisini yansıtabilir... bu öyle arkadaşlarla toplanıp izlenilecek filmlerden değil.. ve eğer bir yorum bir film hakkındaki önyargıları yıkabilecekse, bu film muhteşem bir film... mutlaka izleyin...

10 Ocak 2011 Pazartesi

a christmas carol


yeni yıl geçti ama yeni yıl filmlerine devam ediyoruz...

bu seferki filmimiz a christmas carol ( bir noel şarkısı )

film charles dickens'ın kitabından uyarlanmış değişik bir animasyon...

film "performance capture" tekniği ile çevrilmiş. bilen bilir polar ekspres filmide aynı teknikle çevrilmişti... hatta ve hatta avatar'da. fakat bu ve polar ekspres filmlerinde çizgi öğeler daha fazla. neyse teknik konuları geçiiiip filmin konusuna dönecek olursaakk,

film jim carey'nin canlandırdığı Ebenizer scrooge'a musallat olan 3 hayaletle başlar... bu hayaletler ona dünü bugünü ve yarını göstereceklerdir...

sizlere film önerirken konusunun detayına girmek istemiyorum... herzaman da dediğim gibi zaten beğenmediğim ve önermeyeceğim filmi burada paylaşmam :) ama mutlaka izleyin... ben zaman zaman çook duygulandım... tamam itiraf ediyorum bikaç damla gözyaşımıda feda ettim... ama tabiki dramatik veya duygusal bir film değil... benim wall-e izlerken bile duygulandığımı hesaba katın ve çok ciddiye almayın :) bitmesini istemediğim filmlerdendi.. çok eğlenceliydi.. gerek tekniği gerek oyuncu kadrosu zaten başlı başına bir izleme sebebi :) izlememiş olan herkese şimdiden iyi seyirler diliyorum...

6 Ocak 2011 Perşembe

ben çocukken salaktım 2


yaz yaz bitmez bu çocukluğum...

salaklıklarım bile 2 post haline geldiyse ohoooooooo :)

aynı dönemlerde doğan bir çoğumuzun çocukluğunda en sevdiği şarkıcılar bellidir... ahh bizim zamanımızda..... diye başlayan cümleleri kurmama bir engel yol sanırım artık... hayatımın 27 yılını geride bırakmış biri olarak :S

hangi çocuk "şurası gözgöze geldiğimiz yer, şurası eğlenip güldüğümüz yer" diye başlayan o şarkıyı baştan sona ezbere bilir ? biz biliriz işte.. biz yıldırım bekçi ve nalan altınörs'ü dinleyerek büyümüş zavallı bir nesiliz... tv de günde 1 saat mecburi tsm dinletisi ve henüz özel kanalların olmayışı bizi mecbur bıraktı tüm bunlara...

kaç tane çocuk şuan viladimir putin'i tanıyordur ? biz o zamanlar sovyetler birliği lideri mihail gorbaçovu yakınen tanırdık...

gorbaçov'un kafasında bi leke var ya hani, her tv ye çıktığında ilgimi o leke çekerdi. anneme sordum bir gün "anne o adamın kafasındaki ne? "

annem yaratıcı cevaplarından birini patlatır yine "kuş sıçmış"

yani kadın şimdi leke dese nasıl leke sorusunun geleceğini biliyor... doğum lekesi dese durum daha vahim...

bir de benazir butto vardı rahmetli... benazir butto çıkar böyle bir kürsüye bas bas bağırarak anlatırdı bişeyler... o zamanlar çok sık çıkardı tv ye bir de hamileydi... hep öyle bağırırken doğuruverecek diye pür dikkat izlerdim onu....

çocukken annem beni kızdırmak için seni ben çingenelerden aldım derdi... hepimiz duymuşuzdur bu saçmalığı sevgili annelerimizden...

bende kendimi yırta yırta ağlaerdım

- beni gerçek anneme götürün çingenede olsa annem benim o beni ona götürün diye...

allahım ne trajedi.. dışarıdan biri duysa gerçek sanacak o derece...

babam acayp severdi beni, öle taparcasına... hiç kızamazdı bana işten eve gelir gelmez beni hooop kucağına alır hoplatır zıplatır.. yoruluncada dizlerine oturtup bazı tekerlemeler söylerdi...

çan çan çikolota, hani bana limonata, limonata bitti, simone'un başı bitliiiiii...... der kafamı gıdıklardı...

ben küçükken salaktım ama abim benden de salaktı.. tahminen 4 yada 5 yaşındayken (ki o zamanlar abimde en fazla 7 veya 8 ) mahalleye yeni taşınmışız. mahallenin tüm çocukları hummalı bir çalışma içinde arka bahçeye çukur kazıyorlar... gittik yanlarına abim ne yaptıklarını sordu... liderleri olan x abla cevapladı

- uzay gemisi yapıyoruz.. tamamlayınca uzaya gidicez herkes evden bişey getirecek, biri tüp biri ekmek vs vs...

eve döndükten sonra abime dedim ki;

- abi sen o kıza inandınmı ?

ne dese beğenirsiniz

- heralde kızım anlattı bana daha öncede uzaya gitmişler orada atlı kovboylar varmış....

ah abim benm !!!

tabi o dönemler kovboy filmleri moda trt her pazar bir kovboy filmi dayar ekrana izle babam izle.. yaa inancaktım belki bende ama çukur kazmak saçma geldi :)

işte böyle sayın okur... çocukluğum trajikomik bir şekilde geçti benim.. devamı gelecektir :)

muhteşem ego


bu ülkede asla değişeceğine inanmadığım şeyler var... bunlara zamanla değinirim ama bir tanesi birazdan gireceğim konuyla birebir alakalı... toplumumuzun yüksek egosu !!!

toplum olarak eleştirilmeye kesinlikle karşıyız... eleştiriyi geçelim, gerçekler bazen can sıksa bile hep görmezden hep örtbas etmekten yanayız....

hepimiz biliyoruz ki dün akşam muhteşem yüzyıl isimli dizi başladı.... bu dizi başlamadan önce ingilterenin tarihini anlatan tudor's dizisini izlerken, hep derdim, bizimde tarihimizde türlü entrika , aşk, savaş var... bizimde tarihimiz böyle ihtişamlı... neden kendi tarihimizi dizi ya da film yapmıoruz... nihayet muhteşem yüzyıl'ı görünce belki beklentilerimi karşılar diye düşündüm...

tudor's'un son sezonu son 3 bölümdeyim.. bitti bitecek... biterken de beni prodüksiyonu kıyafetleri ve çekimiyle kendine hayran bırakacak... dün gece muhteşem yüzyıl'ı izlerken sevgiliyle farkettiğimiz şey şu oldu; evet dizi güzel, iyi para harcanmış, kıyafetler iyi,, fakat yinede gerçeklikten uzaklaştıran bişey var, çok aydınlık !!! tudor's izleyen bilir... dizi çoğunlukla karanlıktır. sebep tabiki o dönemle elektrik olmaması ve mum ışığıyla aydınlanması.. buna göre çekimlerde ışıksız yapılmış gerçek dönemi yansıtması için... tabi ingiliz gotik tarzınında etkisi var.. ama o dönemle aynı dönemde geçen muhteşem yüzyıl dizisi ışıl ışıl maşallah... etrafta mumlar var fakat herkes biliyorki mum ışığı bu kadar aydınlatmaz... her neyse bunun dışında dizi bence gayet güzeldi...

ama izlerken bir yandan içimden hep şunlar geçti bizim halkımız bu diziyi kaldıramaz... efendim biliyoruz osmanlı döneminin ihtişamının yanında padişahların kadınlara olan düşkünlüğünü, hepsinin hareminin olduğunu... fakat dizisinin ertesinde hemen bir grup çok bilmiş eyleme başlamış rtük'e şikayet telefonları yağmış... sebep ne ? osmanlının genel ev gibi gösterilmesi.....

hey allahım yarabbim.... sinirlerime hakim olarak yazmaya çalışıyorum... neymiş efendim, osmanlının bu yönlerinden çok iyi yönlerinin gösterilmesi gerekiyormuş....

neden?

bu bir tarih dizisi değilmi, keyfi, kafaya göre yazılıp çizilirse nasıl gerçeği yansıtacak?

halkımızın egosu neden bu kadar yüksek neden kendi geçmişi veya tarihiyle alakalı can sıkıcı en ufak bir şeyi şiddetle reddediyor? bunuda yıllardır anlamış değilim...

bu şikayeti yapanların, tudor's izleyip bi ingiltere tarihindeki iğrençlikleri, ahlaksızlıkları görmelerini, o dönemde insanların ne denli sapkın olduğunu ve tüm bunlara rağmen muhteşem yüzyıl'ın çok masum kaldığını görmelerini isterdim... iki dizi de aynı dönemde geçiyor....

lütfen insanları yada olayları ve ya geçmişi ilahlaştırma huyunuzda biraz olsun vazgeçin de sadece izleyin...


4 Ocak 2011 Salı

the nightmare before christmas


vee yine bir tim burton filmiyle karşınızdayım... aslında bunu yılbaşından önceki gün falan yazmalıydım.. ama izlemekte gecikince yazmakta da geciktim biraz... biz sevgiliyle yılbaşının ertesi günü izledik...

sevgiliciim pek hoşlanmasada ben müzikalleride en az animasyonlar kadar çok seviyorum.. heleki ikisi bir arada oldumu tadından yenmez benim için :) bu tarz filmleri çizgileri izlerken duyduğum mutluluğu tarif edemem bile...

uzun zamandır izlemek istiyordum bu filmi, aslında çokta eski bir yapım 1992 ya da 1993 olması lazım...

hallowen kasabasının vazgeçilmez sanatçısı jack, her sanatçının yaşadığı bunalımları yaşamaktadır, farklı şeyler yaratamamanın sıkıntısını... ve bu sıkıntı onu arayışlara sürekler, bu arayış esnasında christmas kasabasına rastlar.. ve orada olan biten herşey jack'e ilham kaynağı olur. daha önce hiç görmediği alışkanlıklar hiç tatmadığı duyguları farkeder orada, ve kafasında bir fikir canlanır.. bu fikirle kendi hallowen kasabasına geri döner, ve fikrini orada yaşayanlara anlatır... onlarda noel hazırlıkları yapıp oradadaki gibi hediyeler dağıtacaklardır... fakat bu hayatlarında hiç iyilik yapmamış kasaba insanları için oldukça zor olacaktır...

eğlenceli karanlık ve bol müzikli bir animasyon filmi...

yine ustamız canımız ciğerimiz tim burton döktürmüş.. ellerinden öper, başarılarının devamını dileriz :)

3 Ocak 2011 Pazartesi

yeni yıl hediyeleriiiii


yeni yılın bu ilk yazısıyla herkese merhaba !

nasıl bir yılbaşı gecesi geçirdiğimi anlatmak istemiorum.. bana göre özeldi... gülerek ağlayarak, şarkı söyleyerek, sarhoş olarak diye özetleyebilirim.... yani kısacası bir insanın 1 yılda yaşayabileceği tüm duyguları 1 gecede yaşayarak

şuan ise evde sevgili sevgilimin benim için aldığı yeni yıl hediyesini beklemekteyim.. bir türlü gelemeyen kargomuzun son parçası bu gün gelecek diye ümit ediyoruz....

sevgilim bu yıl uzun zamandır istediğim bir şeyi alarak beni sonsuz mutlu etti... dikiş makinası :)

efendim ben bir terzinin kızıyım, çocukluğum iğnenin ipliğin kumaş parçalarının içinde geçti. okuldan eve geldiğimde beni karşılayan şey annemin takır tukur ses çıkaran dikiş makinası olurdu, ve bu ses benim en hazetmediğim sesti o zamanlar.... yıllarca annemi o antika makinadan vazgeçiremedik... daha pratik elektrikli bir makina almaya ikna olduğundada zaten dikiş işini yarı yarıya bırakmıştı... neyseki o antika makinadan kurtuldu sonunda.... çocukken annemin dikiş dikmesinden hiç hoşlanmazdım... annem ya evde olmazdı ya da evdeyken makina başında olurdu çünkü, benimle olacağı zamanları çalardı dikiş. bu yüzden hep annem bir daha dikiş dikmesin diye dua ederdim... hatta okul seçimimde de annem ısrarla ona yakın bi mesleği seçmemi istediyse de ben sırf dikiş nakış işinden hazetmediğim için hiç te istemediğim bir başka bölümü tercih ettim...

ama zaman geçipte büyüdükçe, annem benm kıyafetlerimi dikmeye başladıkça bu işi eğlenceli buldum... mezuniyet elbisemi, nişan elbisemi, hatta kına gecemde giydiğim bir elbiseyi bile annem dikti... ve artık makinası da daha az ses çıkaran daha pratik bir makina olduğundan ilgimi çekmeye başlamıştı... zamanla bu ilgi tutkuya dönüştü ve bunu bilen sevgili bana başlangıç için benim seçtiğim küçük ve pratik bir dikiş makinası aldı :)

henüz nasıl kullanacağımı bilmesemde çabucak kavrayacağıma eminim.. şimdi sabırsızlıkla anneme makinamıda alıp gitmeyi bekliyorum... planım bu gün gidebilmekti fakat dediğim gibi bugün kargo bekliorum evde... dikiş makinam perşembe günü geldi, bu günkü kargoda ise başka bir hediye vaaar :) bitanecik kocam bu yıl beni hediyeye doyurdu saolsun...

yani 2011 fena başlamadı :P