28 Şubat 2011 Pazartesi

83. oscar ödül töreni


sevgili bilokseverler, benim gibi hayatı film olan bir insanın oscar ödül töreninden bahsetmemesini, es geçmesini beklemiyorsunuz heralde :)

sabırsızlıkla beklediğim aylardır bangır bangır adayların konuşulduğu ödül töreni bu gece saat 01:00 itibari ile kırmızı halıdan start verdi... gerçek ödüller sahiplerini bu gece sabaha karşı almış olacak... cnbc-e tüm töreni canlı olarak veriyor.. ama aramızdaki saat farkı nedeniyle sabahın 3'ünde başlayı 7'sinde bitecek töreni ne kadar izleyebilirim bilmiyorum... şimdilik arasıra kırmızı halıya bakarak yetiniyoruz...

benim en kuvvetli favori adayım tabiiki Black Swan'daki performansıyla Natalie Portman...

ve film mutlaka bir ödül alır diye ümid ediyorum zira Natalie'nin karşısında kuvvetli bir rakipte göremiyorum... aslında aday filmlerden çoğunuda izlemedim şimdi önyargılı davranmış olmayayım ama şahsen Natalie Portman gerçekten çok iyiydi...

şimdi bu yazıyı yarın okuyacak olanlar töreni kaçırdıklarına üzülmesinler, salı günü yine CNBC-E de akşam 22:00'de tekrarı yayınlanacak...

sanırım bende o salı günü izleyenler arasında olacağım.. çünkü dün gece tekilaları devirip sabaha karşı uyuyup bu günde misafir ağırladıktan sonra 1 gün daha sabaha kadar oturmayı bünyem kadırrırmı ? sanmıyorum... hem altyazılı izlemek tercihim tabi... yani öyle ümid ediyorum :P

26 Şubat 2011 Cumartesi

benim düğün hikayem

bal böcükleri bloğunun sahibesi Serpil'in emri ile düğün fotolarımdan bikaç kare koymaya karar verdim... 1500 tane fotonun içinden seçmek kolay olmadı her ne kadar şu aşağıdaki foto hariç hiçbirinde yüzüm görünmesede o benim evet :) fotoğraf seçerken o günlere gittim. biz 2 düğünle evlendik ama 5 tanede olsa o günlere doyum olmuyormuş... hee tabi bizim gibi tüm hazırlıkları sadece siz ve eşiniz yapıosanız iş başka tabi.. biz artık 2. düğünün ortalarında "yeter artık bitsin" diye ağlaşmalara başlamıştık... yorucu ama herşeye rağmen güzeldi... rüya gibiydi derler ya aynen öyle işte.. geriye dönüp bakınca, canımı sıkan hiçbirşey olmamış onu anladım. tabi kuaförde damat beyi 2 saat beklemem ve bu yüzden fotoğraf çekiminin nikahtan sonraya kalması dışında :) hal böyle olunca esas düğün resimlerimde 283847 kişiyle öpüşmekten bitap düşmüş bir ifade var ama olsun :)


kuaförde makyajım yapılırken




bu yazdıklarımdan kimler evlendi ya da evliliğe adım attı derseniz. cvp: hiçbiri :) evde kaldı hepsi.

işte bu ağlaşmaların ardından evden ayrılışım :(


simone gelin olmuşş





işte böyleee... serpilcim cnm benim keşke daha çok resim paylaşabilsem ama şunları yüklemek bile 3 saatimi aldı... üzerimden de bi yük kalktı ama ne zamandır istiodum bunu :)



25 Şubat 2011 Cuma

Prensesin Uykusu



çok fazla türk filmi izlememe rağmen çağan ırmak filmlerini seviyor ve beğeniyorum...

bence o farklı bir pencereden bakabiliyor dünyaya, bir yönetmende olması gereken en önemli ve belkide tek özellik bu... hem herkesin gözünden hemde bambaşka bir gözden bakabilmesi gerekir diye düşünüyorum...

prensesin uykusu belkide türkiyede çekilmiş türünün ilk örneklerinden... içinde garip efektler olan hatta çizgi öğeler olan bir film... ama en güzeli de , masalsı bir film...

yalnız ve terkedilmiş bir çocuk olan aziz tüm bunlara rağmen sürekli gülerek bakar etrafına, herkes bunu onun bir kusuru sansa da bence aziz'in iç dünyası onların sandığı kadar üzücü ve mutsuz değildi...

bu, bir ayağı doğuştan sakat ve ailesi tarafından terkedilen küçük çocuk büyür ve yetiştirme yurdundan en yakın arkadaşıyla bir ev tutar... bir yandan da en sevdiği işi yapmaktadır bir kütüphanede görevlidir ve kitaplar , hikayeler , masallar onun gerçek dünyasıdır...

Azizin yaşadığı apartmana taşınan bir kadın ve onun küçük kızı Gizem, Aziz'in hayatını farklı bir yer edinecektir...

izlediğime hiç pişman olmadım ve çok zevk aldım... Çağan Irmak daha çok film çeksin ve türk sinemasının gelişimine katkıda bulunsun :) hatta bi okul açıp sonraki nesillere de aktarsın bilgilerini... türkiyenin de ufku açık yeni yönetmenlere ihtiyacı var...

23 Şubat 2011 Çarşamba

biri beni durdursun...


sürekli yemek yemek istiyorum.. bu çok anormal bi durum.. çünkü normalde aç yaşayan bi insanım ben !!! doymuyorum yedikçe yiyesim geliyor, bir aydır yediğim çikolatanın haddi hesabı yok... evdeki tüm çikolata stoklarını ben tükettim... ve garip bir şekilde sürekli yumurta yemek istiyorum... başka bişey değil sadece yumurta, dün sabah 2 adet haşlanmış yumurta yedim kesmedi bu akşamda yumurta yaptım ve yedim... bu durumdan rahatsız değilim aksine çok mutluyum çünü yıllarca yemek yeme problemleriyle boğuştum ben... ama yılların bu alışkanlığı nasıl olduda birden tersine döndü anlayamıyorum.... şu anda da acayp acıktım... dolabı açıp herşeyi mideme indiresim var hatta dolapta yatasım var...

21 Şubat 2011 Pazartesi

The Life and Death of Peter Sellers

biyografileri severmisiniz ? ben bayılırım... öncelikle hikayenin gerçek olması ve sonra kahramanıın bilmediğimiz yönlerini göstermesi çok büyüleyici gelir bana... aslında hayranı olduğumuz insanların özel hayatlarını merak ederiz hepimiz... ben bunu magazin programlarından ziyade biyografilerden öğrenmeyi daha ilgi çekici buluyorum... tv de izlediğim biyografi programları dışında böyle nadide insanların filmlerini izlemekte çok büyük zevk. şimdi bu sebeple önce size bahsetmek istediğim filmin kahramanı kimmiş, kısa bir biyografisini paylaşıyorum

Peter Sellers

(doğum ismi Richard Henry Sellers, 8 Eylül 1925 – 24 Temmuz 1980), İngiliz komedyen ve aktör. En çok The Pink Panther film serilerindeki Şef Müfettiş Clouseau karakteri,Dr. Strangelove filminde oynadığı 3 ayrı rol ve Lolita filminin 1962'deki orjinal versiyonunda oynadığı Clare Quilty karakteriyle bilinir. Ayrıca kendisinin sondan bir önceki filmi olan Being There filmindeki adam-çocuk olan Chance the gardener karakteri ile bilinir.

Sellers BBC radyosundaki komedi dizileri The Goon Show ile ününü yükseltti. Onun çeşitli aksanlardaki(örn; Fransız, Hint, Amerikan, Alman, yanısıra İngiliz yöresel aksanlar) konuşma yeteneği, komedi tesirli karakterler yelpazesini tasvir etmesindeki yeteneğiyle beraber, bir radyo karakteri ve sinema aktörü olarak başarısına katkıda bulundu ve onun ulusal ve uluslararası adaylıklar ve ödüller kazanmasına neden oldu. Seller'ın özel hayatı kargaşa ve buhranlarla, ve içerisinde bulunduğu duygusal problemler ve madde bağımlılığı ile karakterize edildi. Seller dört defa evlendi. Bu evliliklerden ikisinden üç çocuğu oldu.

evet kısaca Peter Sellers, hepimizin bildiği Pembe Panter'in baş kahramanı dedektif Clousseau ...

bu filmde onun çalkantılı hayatını, filmlerini, garip kişiliğini ve aslında yaşadığı dramı anlatıyor...

kendisini sinema sektörüne kabul ettirebilmesi çok güç olmuş, fakat kabul gördükten sonra da üstün yeteneği sayesinde çok hızlı yıldızı parlamış ve aranan aktör oluvermiş Pembe Panter serisinin ilk filminde küçük bir yan rol kapan Sellers izleyici tarafından çok eğlenceli bulununca başrolün de önüne geçmiş ve serinin diğer filmleri tamamen onun için yazılmış... ama hepimizin bu çok sevdiği çocukluğunda mutlaka bir kere izlediği film, Peter Sellers için hep bir utanç kaynağı olmuş... sebebi aslında onun gerçek yeteneğini yansıtmadığını düşünmesi ve karakterin onu tatmin etmemesi... Peter Sellers hep kendi filmini (being there) çevirebilmek için paraya ihtiyaç duyduğundan Pembe Panter filmini istemesede kabul etmiş...

filme gelecek olursak, işte filmde tüm bunları bulacaksınız fakat bunun dışında o sevimli adamın sevimsiz yüzünüde göreceksiniz, zaman zaman duygularınız yükselecek, zaman zaman ona kızacaksınız ama çoğunlukla çok eğleneceksiniz ve kesinlikle türünün en farklı biyografisini izleyeceksiniz...

tavsiye edilir güzel işlenmiş bir yaşam öyküsü...

bu arada Peter Selers'ı canlandıran, Geofrey Rush'da en az onun kadar muhteşem bir oyuncu...

not: bu arada filmin sonunda elinizdeki dvd'de eğer kamera arkası varsa mutlaka izleyin derim, oyuncuların anlattıkları en az film kadar güzeldi...


19 Şubat 2011 Cumartesi

ne zaman ıslak hamburger yesem...

bundan 3 yada 4 yıl önce... evde hastalığa mağlup yatıyorken.. kardeş gibi sevdiğim ailemizin 5. ferdi dediğimiz arkadaşım aradı... ne var ne yok demeye aramış... nazımın arkadaş çevremde bi ona geçtiğini iyi bilir, iyi kullanırdım bu durumu... hemen acıklı ve zavallı bir ses tonuna büründüm ... "çok hastayım ben yatıyoruuuuum" dedim çok üzüldü halime ne yapacağını şaşırdı "canın birşey istermi getireyim" dedi...

aslında canım fecii ıslak hamburger istiyordu.. fakat o zaman ıslak hamburger taksim haricinde hiçbir yerde yok... ve taksim bize çoook uzak... hani öyle yoldan geçerken alıp gideyim diyemeyeceği kadar uzak... bu sebeple "hay anasını ne olmıcaksa onu isterim zaten canım ıslak hamburger istio"dedim... bi düşündü, sonrada "ıslak hamburger bulup getiremem ama seni ıslak hamburgere götürürüm" dedi :) ama nasıl olurduki ayakta duramayacak kadar hastaydım ben, ateşimde yüksekti... fakat öyle istemiştiki canım o ıslak hamburgeri... zira canım öyle şiddetle kolay kolay bişi istemez... önce olmaz dediysemde ikna etti beni. kalktım zor güç giyindim hazırlandım... annemin bize tüm ciyaklamalarına rağmen çıktık ıslak hamburger seferine... aslında delilikti o kadar hastayken o kadar yol katedip sadece ıslak hamburger yemeye gitmek... ama sanki tek sebebi ıslak hamburger deildi bu yolculuğun... belliki o da o gün evde olmak istemiyordu... canı çıkmak istemişti ki beni aramıştı.. tek sebebi ıslak hamburger deil, onu kırmamaktı...

inanınki hayatımın en eğlenceli günüydü o gün... ıslak hamburger yedik, hasta olduğum için birini bile bitiremedim... sonra fransız sokağına gittik beraber fotoğraf çektik ben bütün resimlerde solgun çıktım :) daha sonra inci profiterol'e gittik en sevdiğim tatlı profiteroldü, orada neşe abla ve onun daha bir önceki gece evlendiği hintli eşi vishant'la tanıştık... o akşam amerikaya döneceklerdi. komik evlenme anılarını anlattılar bize güldük... fotoğraf makinemizin pili bitince onlar resmimizi çekti sonra maillerimizi aldık... hala görüşürüz... şimdi neşe abla ve vishant'ın bir oğulları oldu aslan gibi bir çocuk... adı da aslan :)

bir ara çok kötü hissetim, o hep sorup durdu iyimisin diye... hep iyiyim dedim... :) o güzel günü berbat etmemeliydim... zaten nereye gönülsüz gittiysem çok eğlenip dönmüşümdür hep... o akşam eve yorgun, hastalığmı bir adım düzelmemiş ama mutlu olarak döndüm...

aradan yıllar geçti... geçen mayısta sirkecide bazı işlerimiz vardı sevgiliyle... çok yağmur yağıyordu iliklerimize kadar ıslanmıştık ve açtık... bambinin sirkecideki büfesine girdik.. garson geldi ben ıslak hamburger istedim.. bilinçsiz... zaten canım çok nadiren ıslak hamburger ister benim.. öyle çok çokta sevmem hani... neyse yemeklerimiz geldi, ıslak hamburgerden bir ısırık aldım, donup kaldım....

o tat beni 3 - 4 yıl öncesine götürdü birden.. o gün geldi aklıma, o gün yaşadıklarımız, o günkü mutluluğumuz, hasta dahi olsam o anı yaşamam gerektiği, hiçbirşeyi ertelemem gerektiği geldi bir kez daha... bir kez daha hayatımda onun için yapabildiğim tek şeyin bu olduğunu hatırladım, sadece ıslak hamburger yemek deildi o günkü amaç... hasta bile olsam onu kırmamaktı, onun için birşey yapabilmekti.. yapabileceğim o anda sadece buydu...

ağlamaya başladım, ağzımda büyüdü o bir lokma.. bıraktım geri kalanını masaya, devam edemezdim bitiremezdim.. bitiremedim... ağladım sadece... yağmur gibi ağladım... dokundu yüreğime, belki onun için başka hiçbirşey yapmamıştım o yüzden dokundu... ve en acısı onu kaybedene kadar farkına varamadım yapamadıklarımın...

şubat ayında bir cuma gecesi uykunun en tatlı yerindeyken telefonum çaldı... önce uyku sersemi telefonda gördüğüm isme bir anlam veremedim.. saate baktım saat gecenin 3'üydü.. bir arkadaş arıyordu.. ama gecenin 3'ünde niye ki ? diye saçma sapan düşündüm bi an.. sonra açtım telefonu... hiç dolandırmadan direk dediki; onu kaybettik, diğerlerine ulaş haber ver.

geri dönme imkanım olsa geçmişe; ne yaşadığım başarısızlıkları, rezillikleri, en utanç veren anıları, sahnede kırdığım potları, yaptığım yanlışları, ne de sevgiliyle olan büyük tartışmalarımızı, hiçbir şeyi ama hiçbir şeyi silmek değiştirmek istemezdim.. hepsinin benim ben olmamda etkileri var.. biz olmamızda... ama 20 şubat gecesini silip atmak isterdim tüm anılarımın arasından...

o geceden daha 3 gün önce o çok sevdiği sabırla beklediği şeye kavuşmuştu, motoruna... ve 3 gün sürdü sadece... 3 gün sonra o motorla son yolculuğunu yaptı... onsuz 1 sene oldu bugün, 1 sene boyunca konuşamadım yazamadım... bekledim inanmayı....

beraber lunaparklara gidip çocuklar gibi eğlendiğimiz, bazen çocuklar gibi birbirimize küstüğümüz, hatta abartıp kavga ettiğimiz ama yinede birbirimizi görmeden edemediğimiz o çocuk yürekli koskoca adam yoktu artık....

o şimdi uzak bir yere gitti.. sanki bir gün geri dönecek.. hani üniversiteye gidip döndüğü gibi, hani askere şırnağa gidip döndüğü gibi, şimdilik yok... bir gün yine hepberaber olacağız.... ve yine beraber ıslak hamburger yemeye gideceğiz... hasta olsamda yine onu kıramayacağım...

ve inanmadım, inanmayacağım.....

The Prestige

bu günlerde çok film izleyip az paylaşıyorum, sebebi sanırım film izlemekten yazmaya fırsat bulamamam :) ama söz hepsini yazıcam tek tek...

bir filmi izlemek için bazen içindeki tek bir karakter bile yeterli olabiliyor benim için... evet filmler konusunda garip önyargılarım var.. ben öyle her filmi izleyen tiplerden değilim... ama bir adam veya bir kadın için filmi izlerim... bu film de öyle başladı işte... başta Christian Bale'in oynadığını duyunca izlerim tamam dedim... çünkü kendisine "makinist" filminden ötürü hayranım... oradaki oyunculuğu performansı kusursuzdu bence.. neyse o ayrı bir post konusu...

filmde çok kaliteli oyuncular var bi kere, sadece Christian Bale değil, Hugh Jackman, Michael Cane ve Scarlett Johanson...

film birbiriyle yakın arkadaş olan ve beraber çalışan iki sihirbazın bir gösteri esnasında yaşadıkları talihsiz olay sonucunda birbirlerine düşman olmalarını anlatıyor... çeşitli ilüzyon numaralarıyla bezeli bu hikayede bir çok gösterinin de püf noktalarını acı taraflarını öğreniyoruz...

birbirlerine ölesiye düşman olan bu 2 arkadaş aynı zamanda birbirlerinin en büyük rakibi haline gelirler, yıllar içinde ikisinin de rekabeti ve düşmanlığı çoğalır ve sürekli birbirlerinden daha iyi olabilmek için çabalayıp durular... rekabet zaman zaman tehlikeli hale gelir...

bu arada filmde David Bowie' de rol alıyor kısa ve öz olsada akılda kalıcı bir karakteri oynamış... ben çok beğendim...

filmdeki bu tehlikeli rekabet ölümcül bir hal alırken sonu nereye varacak ? zaman zaman hangi sihirbazın diğerinden daha iyi olduğuna izleyici bile karar veremezken sonuçta galip gelen kim olacak ve nasıl galip gelecek ? sonu süprizlerle dolu bir filmdi. 1 kez oscara aday gösterilmesine rağmen hiç ödül alamamış ama bence almayı haketmiş bir filmdir.. görsel, kurgusal ve oyunculuk bakımından çok iyiydi...

İMDB filme 8.4/10 vermiş, aldığı puanı hakediyor...

14 Şubat 2011 Pazartesi

you and me

biz olmasaydık, ben olmazdım sanki... evrende kaybolup giderdim gibi...

sanki dünyaya sadece seni tanımak, seni sevmek için gelmişim gibi...

arasıra kavga edip gece yatınca düşündüğümde, sensiz bir saniyem olamayacağını anladığım gibi...

seni hergün biraz daha mutlu edebilmek için yaşıyormuşum gibi...

bazen beklemediğim kadar ve bazen haketmediğim kadar mükemmel olduğunu anladığım gibi...

evli olsak bile sevgili kalabilmek gibi...

kocam diyemeyip sevgilim dediğim gibi...

hala inanamadığım bir aşkı bana yaşatabildiğin gibi...

seviyorum seni,

sonsuz ve tükenmeyecek gibi....


12 Şubat 2011 Cumartesi

anksiyetik insanın isyanı


3 gündür her gün düzenli olarak maillerimi kontrol ediyorum.... ama yok. beklediğim mail gelmemekte ısrarlı...

şimdi bu benm gibi anksiyetik (böle bir kelime varmı bilmiorum) bir insana yapılacak şey mi ?

anladımki doktorlar her zaman tedavi etmiyor, bazen hasta da edebiliyor...

son 1 yıldır midemde zaman zaman bulanma oluyordu... hemen kötü senaryoları inci gibi dizdim zihnime... yazdım çizdim oynadım , sonuç ; the end

baktım olmayacak bu anksiyetenin esiri olmuş durumdayım bir bilene sormaya karar verdim... açtım bilgisayarı, bir site buldum, özel bir hastanenin sitesi doktorumuza sorun diye bir bölüm var, A'dan Z'ye yazdım şikayetimi. ben doktorların sevdiği hasta türüyüm, şikayetini gayet açık ve detaylı anlatan türden yani, tabi bunun sebebi benim mükemmel bir hasta olmam değil, mükemmel takıntılı olmam onunda farkındayım. neyse yazdım yolladım, çünkü doktora gitmek istemiyorum, çünkü kendimi bildim bileli problemli olan midem yüzünden ne zaman doktora gittiysem endoskopi yapmaya yeltendiler ve ben endoskopiden deli gibi korkuyorum...

işte 3 gündür bekliyorum, maillerimi kontrol ediyorum bi cevap yok...

şimdi iyice tepem attı, e be insan evlatları cevap vermeyecekseniz ne diye öyle bir bölüm açtınız allahın kekoları ! şimdi zaten rahatsız olan ben, daha da rahatsızım sırf bu yüzden, tüm mide bulantılarıma bir de stres eklendi şimdi... mail geldimi gelmedimi diye sabah gözümü açar açmaz bilgisayar başına koşuyorum... bu saatten sonra mail gelsede okumam artık!!!

11 Şubat 2011 Cuma

Jamie Cullum - Don't Stop the Music

bu aralar kendimi müziğemi verdim ne ?

müzik zaten hayatımın içinde filmler için ayrılan kısmın yarısını kaplıyor...

rihanna'nın please don't stop the music'ini birde jamie cullum'dan dinleyelim dedim... şahsen ben bu şarkının bu versionunuda çok seviyorum... tabii rihanna'nınkinin de ayrı bir yeri var.. ama dinleyin derim ben... bence beğeneceksiniz...

8 Şubat 2011 Salı

biraz müzik....

sinirimi bozan satış temsilcileri


2 gündür evden çıkınca geri eve gelmek istemiyorum... ne güzel bir hava var dışarıda... sanki bahar gelmiş gibi... yalnız bu havalar esnafın beynine nüfuz edince fazla oksijenden sorulan sorulara saçma cevaplar vermeye başlıyorlar sanırım... tecrübelerime dayanarak yazıyorum bunu...

uzun zamandır desensiz düz kremrengi bir halı arıyordum, ama böyle tüylü püsküllü olanlarından.. bir halıcının önünden geçiyorum tam da istediğim gibi bir halıyı vitrinde gördüm fakat, renk aradığım renk değil... mağazanın önünde bazı malları düzenleyen adama sorayım dedim diyalog aynen şu

- bu halının düz rengi var mı ?

- abla bu halının bu renginden kalmadı

(zaten o rengarenk ben onu sormuyorumki düz renk soruyorum. soruyu düzeltip bi daha sordum)

- yok düz kremrengi arıyorum ben zaten...

- işte bu renk kalmadı abla, başka renkler var da istersen içeride bakabilirsin...

(allah allah ya... ya adam beni cidden anlamıyor ya da dinlemiyor... niye ısrarla o renkten kalmadığını söylüyor anlamadım... zaten o rengi istemiyorumki ben. neyse renk mevzuundan vazgeçip başka bir soru sordum. bu arada halı kadife iplikle yapılan biraz parlak modeller var ya işte ondan ben daha sade bişi arıyorum)

- peki içeridekilerde böyle kadife iplik mi ? ben düz sade bişi arıyorum.

-abla bunlar böle çeşitli renklerle yapılmış işte..

(yok arkadaş adam renkle kafayı bozmuş... baktım anlaşamıcam hiçbişi demeden yoluma devam ettim...)

bir mağazaya girdiğimde peşimde dolanan sürekli "yardımcı olalım" diyen satış temsilcilerinden hiç hazetmiyorum... beni geriyorlar... ben yardım istediğimde zaten gidip isterim.. fakat yardım istediğimde de böyle saçma cevap veren birine denk gelirsem alaaaaaaaaaaaaaahhh...

benzer bir olay bikaç ay önce kompedan da başıma geldi...

siyah tayt arıyorum heryere baktım ama karaborsamı olmuş ne olmuş anlamadım... yok yok...

en sonunda kompedanı görünce orada olabileceğini düşündüm girdim içeri... up uzun ve kalabalık bir mağaza.. hiç aramaya kalkışmadan direk sorup alıp çıkayım dedim. hemen girişteki satış temsilcisine sordum bana mağazanın en sonunu gösterdi orada diye... gittim gittim gittim yok göremedim.. nitekim kalabalık ve benim bunalmışlığımda olduğunda görmedim belkide... mağazanın sonuna kadar yürüyüp göremeyince bu kez en sondaki satış temsilcisine sorayım dedim.. bu kez de o bana mağazanın girişinde olduğunu söyledi... yine döndüm yürüdüm yürüdüm ama göremedim... artık iyice sinirlenmiştim ki, en son sorduğum satış temsilcisine doğru bir hışımla gittim ve herkesin içinde "siz benimle dalgamı geçiyorsunuz" diye bağırdım...

yani sonuçta onları oraya müşteri soru sorduğunda kafaya göre sallayıp kendi çabamızla bulmamız için diktiyseler kazandıkları parayı haketmiyorlar.... ben ihtiyacım olduğunda onlara soru soruyorsam bana tarif edeceklerine bulup getirmeleri gerekiyor... ayrıca kompedan çalışanlarını çok laubali ve yılışık buldum... zira ilk sorduğum satıcı, orada başka bir arkadaşıyla kikirdeyip şımarık şımarık hareketler yaptığından beni duymamıştı bile... ancak 2. kez tekrarladığımda duydu... üstelik hemen yanıbaşında olan ürünün belliki yerini bilmediği halde bana mağazanın taaa en sonunda olduğunu söyledi... neye dayanarak? bilemiyorum... ama bundan sonra bir ton muadili olan bu mağazadan alışveriş yaparmıyım onuda bilemiyorum...

-

7 Şubat 2011 Pazartesi

lüğğğğtfeeeeeeeeenn


ya ben moda delisi bi insan değilim... tamam her kadın kadar süsü püsü seviyor olabilirim, ee bide başak burcuyum da, ama öyle moda diye bir ayakkabıya dünya para verecek kadar kafayı sıyırmadım... yalnız şu ara bu ayakkabılar rüyalarıma giriyor :/

hayır tabiki o parayı vermicem o ayakkabılara ama onlar ne şeker şeyler öyle... somon rengine bayıldım... heralde beni en çok cezbeden önündeki o kalp... böyle kalpli, yıldızlı sevimli cicili bicili şeylere hastayım ben.... şimdi bişi olsun da pride's shopping bag'in izleyicileri için hediye verdiği vivien westwood melissa'lar benim olsun.... yoksa hasta olabilirim bu sebepten... :)

5 Şubat 2011 Cumartesi

çok acı çekiyorum


bildiğiniz gibi değil sayın okur ... çok acı çekiyorum :( bu sabah sol işaret parmağımı kestim, hemde testere bıçakla, hemde çoook derin, ne yazıkki oraya dikiş atılamıyormuş... zavallı bitanecik sevgilim sabah 2 kez sardı gazlı bezle fakat öyle kanıyorduki hemen değiştirmesi gerekti.... işin kötü yanı kan görmeye dayanamıyorum sabah o parmağımı yıkayıp sarmaya çalışırken birden soğuk terler dökmeye midem kalkmaya başladı... evet beni kan tutuyor... :( çömdüm yere ağlıyorum bir yandan, bi taraftanda çıkarmamak için direniyorum.... kanı durdurmak pek mümkün değil şuan parmağımda koca bir sargıyla yazıorum bunları, ama daha kötüsü sabah tüm bunlar olduğunda çooook sevdiğim iki arkadaşım bugün bana ilk kez gelecekler diye hazırlık yapmaya çalışıyordum... neyseki işini son ana bırakmayan ben tüm hazırlıklarımı dün geceden hazırlamıştım bu güne sadece ufak bikaç şey kalmıştı... onlarıda yapamadım zaten :(

bunun dışında arkadaşlarımı çook özlemişim. öyle iyi geldiki onları görmek... keşke daha yakın olsak daha sık görüşebilsek diye geçirdim içimden... böyle bir zamanda iyi arkadaşlara sahip olmak kolay değil... heleki vefalı olanlara...

haftalardır ertelenen ikea seferine bu akşam çıkmayı düşünüyorduk ama sevgilimin maç sevdası yüzünden yine suya düştü hayallerim... ama belkide bu benim son özgür olduğum hafta sonu olabilirdi... yarın gidelim diyor... yarın, yani pazar günü ! şaka yapıyor heralde :)

not: bu arada resmin yazıyla hiçbir alakası yok ama resim ararken bunu buldum ve bu dahiyane fikri sizinlede paylaşayım dedim... bu fikrin çıktığı kafayı ve onu yazan ellerin öpüyor ve uzaya yolluyorum... arkasından el sallayarak... ehiehie :)

2 Şubat 2011 Çarşamba

soğuk şubat


şubat en soğuk ayı kışın.... eskiden olsa aralıktı ocaktı vs derlerdi... ama artık şubat...

geçen yıl şubat ayında yaşadım hayatımın en soğuk, en donuk, en kahrolmuş gününü...

bu yıl şubat yaklaşırken ellerim buz tutmaya başladı, geceleri uykularım kaçtı, kovmaya çalıştım kötü düşünceleri kafamdan, beceremedim...

sanki geçen şubat o soğuk haberi aldım diye her şubat karanlık ve kötü geçecek....

bu sabah erkenden tv yi açıp oturdum karşısına. bi alt yazıda defne joy foster evinde ölü bulundu yazıyordu... okudum sadece, sonra ekranda biri belirdi ve bu sabah onu kaybettik dedi... işte o an şok oldum...

ölümü yakıştıramadığınız insanlarda böyle oluyor işte, ilk duyduğunuzda anlayamıyorsunuz... belkide reddetmek bu...

defne joy foster tanıdığım biri değil ama bana çok yakından tanıdığım bir acıyı hatırlattı bu sabah...

aklıma ilk ailesi geldi. ne hale geldikleri, neler hissettikleri...

allah sabır versin, çok zor biliyorum....

güneş gibi, yaz gibi, cıvıl cıvıl bir insanın bir daha olmayacağını kabullenmek çok zor....

40 uçurmak


minik kurbağam halasının boncuğu doğdu ve 40 gün oldu bile. yarın da bana gelecek ilk ev gezmesine... çok heyecanlıyım... minik yuvamız ilk kez bir bebişi ağırlayacak ve o bebiş benim kendi kanımdan canımdan bir parça olan abimin, çoğu zaman arkadaş olduğum adamın oğlu :) ne acayp bi duygu !!! bir zamanlar beraber eğlendiğim, oynadığım, aynı sahneyi, aynı dostları paylaştığım abim şimdi baba oldu... lacheen'in bu yazısında baahsettiği 40 uçurma ritüellerinden haberim yoktu ve yazısı hızır gibi yetişmiş oldu :) şimdi bende hazırlıklıyım yarını bekliyorum... :)

1 Şubat 2011 Salı

yorgun bir güne dingin bir şarkı

bugün biraz keyifsizim... bütün gün yattım diyebilirim ve günün bundan sonrasında da yatacağm sanırım.

gençlik yıllarımda :P mp3 çalarsız bakkala bile gitmezken vazgeçilmez şarkılarımdan biri olan "mad world" ü paylaşmak istedim... günün anlam ve önemine istinaden.. beni her zaman dinlendirir ve sakinleştirirdi bu şarkı....

buyrun keyifle dinleyin...