29 Temmuz 2011 Cuma

simone kaçar


hopp ben geldim... gecenin bi vakti oldu ama... gitmeden yazayım dedim... 3 gün yokum ben bugünde yoktum zaten :) adalarda geziorum.. herkes tatile gitti diye ağlana sızlana.. 3 gün fırsatını bulmuşken, yıllık büyük kuzen buluşmasını gerçekleştirmek üzere yarın bursa'ya doğru yola çıkıyoruz... deniz güneş kum görmeden bitecek sanırım bu yaz... artık ondan ümidimi kestim napiiim.. belki ekimde... gidersem ekime kadar diye konuyu kapatmak istiyorum :P

dönüşte ada maceramı, arkadaş olduğum martıyı anlatıcam size.... bursa'yıda anlatırım hem dolu bir post olur... öpüyorum... çok çok... görüşürüüüüüüüüüüüüz :)

26 Temmuz 2011 Salı

the game


bu filmi izlemeyeniniz kalmışmıdır bilmem ama... olur ya zamansızlıktan veya ihmalde izlemeyenler için bikaç kelam etmek istedim... The Game bir başyapıt... ölmeden önce izlenmesi gereken 100 filmden biri...

Nicolas işkolik ve sevgisiz bir işadamıdır... hayatta olan tek yakını erkek kardeşi Conrad ise uyuşturucu bağımlısıdır ve tedavi olmaktadır... Nicolas'ın doğum gününde birden ortaya çıkan kardeşi bu herşeye sahip adama öyle bir hediye verir ki...

hala bu filmi izlemeyen varsa daha fazla vakit kaybetmesin derim... herkesin sonunda kendinden birşeyler bulabileceği bir film bu... pişman olmadan yapılması gerekenleri anlatan bir film... hem eğlenceli hem gerilim dolu hem duygusal bir film... izleyin izleyin... :D

biutiful


filmlere kısa bir aradan sonra geri döndük.... hemde ne dönüş...

babel, paramparça aşklar ve köpeklerin, yapımcısı ve yönetmeni alejandro gonzalez innaritu'nun filmi olan biutiful sağlam bir dram içeriyor ...

beni takip ediyorsanız bilirsiniz genelde dram izlememeye özen gösteriyorum... yeterince dramatik olan hayatımızı dayanılmaz hale getirmeye gerek yok değilmi ? :) ama yönetmen innaritu olunca izlemek kaçınılmaz oluyor... oluyor da, sonra uzun süre kendimize gelmek zor oluyor...

uxbal (javier bardem) bi bakıma kanunsuz işler yaparak geçimini sağlayan, tabiri caizse sefil bir adamdır, her ne kadar yaptığı işler kanunsuz olsa da evde bakılması gereken 2 çocuğu ve bir hayatı vardır... uxbal'ın karısı dengesiz, uyuşturucu bağımlısı ve kendini erkeklere pazarlayan bir kadın olan maramba çocuklara karşı duyarsız ve ilgisiz olduğundan uxbal tüm sorumluluğu kendisi üstlenmiştir...

filmde birden çok dramı izleyeceksiniz... kaçan işçi olarak çalışan çinliler, birbirine aşık iki adam, senegalli müslüman bir kadın ve uxbal...

sağlık sorunları dayanılmaz hale gelen uxbal sonunda dayanamaz ve doktora gitmeye karar verir, yapılan testler sonucu kanser olduğunu ve çok kısa bir süresi kaldığını öğrenir... uxbal sıradan bir adam değildir, kimsenin bilmediği garip bir yeteneği vardır ölülerle konuşabiliyordur...

süresinin azaldığını öğrenen uxbal'ın tek düşündüğü şey çocuklarıdır... onları çatlak annelerine bırakması çılgınlık olur...

neyse filmi derinlemesine anlatmadan kesip kendi fikirlerime geçmek istiyorum...

öncelikle en büyük aşkım olan Barcelona şehri filmde öyle anlatılmışki... bizim hiç bilmediğimiz bir şehir gerçeğiyle karşı karşıya kalıyorsunuz... şehrin ışıltısından görkeminden uzak, varoşları arka sokakları işporta tezgahları, ucuza kaçak işçi çalıştıran konfeksiyon atölyeleri... birden sizi Barcelona'dan buz gibi soğutuyor...
ben filmi izlerken sanki İstanbul'u Aksaray'ı izliyormuşum gibi bir hisse kapıldım... filmde açlığı, çaresizliği, yoksulluğu, iliklerinize kadar hissediyorsunuz... herhangi bir türk filminde izlediğimiz o "3 ay ömrünüz kalmış" repliği bu filmde doğallığı ve abartıdan uzak sunumuyla tokat gibi çarpıyor yüzünüze... hayatınızda sevdiğiniz birilerini kaybetme talihsizliğini yaşadıysanız izlemeyin derim... çünkü film bittikten 3 dakika sonra ağlama krizine girdim resmen... düşünme payından sonra kendinizi tutamayacaksınız... boğazıma oturan o yumru ne zaman geçecek bilmiyorum... İnnaritu yine bir aile dramıyla, azımıza zıçtı diyebilirim...

23 Temmuz 2011 Cumartesi

alışveriş yapmak için paraya ihtiyacınız yok

sevgili okurlarım canlarım ciğerlerim...
aklımda uzun süredir olan birşeyi artık hayata geçirme zamanı geldi diye düşünüyorum. bu bir değişim projesi.
başlangıç için , çok küçük birşey olsun istiyorum... çünkü o küçük şeyin değişimler sonucu varacağı noktayı merak ediyorum ben...
herhangi bir ürünü fotoğraflayıp bloga yükledikten sonra, o ürünle elindeki başka bir ürünü değiştirmek isteyen arkadaşlar arasında seçim yapıp ona yolladıktan sonra bana ulaşan ürünü tekrar fotoğraflayıp bloga koyarak gerçekleşecek bir alışveriş bu.... çok eğlenceli ve kargo ücreti dışında hiçbir ücret ödemeden, tamamen karşılıklı güvenle gerçekleşecek bir alışveriş...
şöyle düşünün, sizin ihtiyacınız olan bir ürünün blogda listelendiğini görüyorsunuz... ama o anda bütçeniz para verip almaya müsait değil, elinizde takas edebileceğiniz herhangi bir şeyin fotolarını çekip simoneburada@gmail.com
adresine açıklamalarıyla beraber yolluyorsunuz... örneğin kıyafet için : bedeni, boyu, 2 el veya sıfır olup olmadığı, markası gibi... fakat kıyafetten elektronik eşyaya herşey projeye dahil... mesela blogda bir elbise listelendi ve sizin onunla değiştirecek bir elbiseniz yok, bunun yerine bir çanta, bir cüzdan, ayakkabı, hatta bilgisayar çantasından şarj aletine kadar herşey ama herşeyle değişim teklifi yapabilirsiniz...
şimdilik tek bir ürünle başlamayı düşünüyorum... belki ileride ürünler çeşitlenir ve kategoriler oluşur... şimdiden çok heyecanlandım... :D
hadi bakalım yeni bloguma bir göz atın çevrenize duyurun izlemeye alın bişi yapın... kimbilir bir gün o çok arayıp mağazalarda kalmadığını öğrendiğiniz ayakkabıyı, çantayı, telefonu vs... bu blogda görebilirsiniz :D
blog için tık tık

21 Temmuz 2011 Perşembe

ananas forewer & crazy nimo


insanlarla içiçe olmayı seviyorum... çoğu zaman sinirlensem de bazen gülmekten gözlerim yaşarıyor... heleki kadınlar... biz kadınlar gerçekten ilginç bi türüz...

şimdi bizim salona en zeki olanından en saf olanına kadar envai çeşit insan geliyor... bazen size dertlerini sıkıntılarını anlatıyorlar, bazen çok despot oluyorlar, bazıları hiçbirşeyden memnun olmuyor, bazıları en ufak bi güzellikten acayp mutlu oluyor...

ama şimdiye kadar karşılaştığım en garip vak'a nimo.... buradan ne kadar anlatabileceğimi bilmiyorum... hani bazı insanlar vardır ne kadar anlatmaya çalışsanızda karşı tarafa o etkiyi veremezsiniz... evet nimo aynen öyle bir insan. kelimelerin kifayetsiz kalacağı bir karakteri var, bazen onun 3t taner'in , ajdar'ın , ahu tuğba'nın meriç'inin bir bedende toplanmış dişi hali olduğunu düşünüyorum...

nimo ananesiyle tatile giden, ananesinin tatilde gözüne kestirdiği ama nimonun görmediği delikanlıyla evlilik hayali kuran, ve hatta onunla telefonda görüşen, katolik olduğunu her fırsatta dile getiren ama bunun yanında karadenizli koca isteyen, fal bakan ve bakarken yaşayan hatta abartıp çığlıklar atan, falda güzel bişey gördüğünde "owww yeah" diye bağırabilen, kendi şivesiyle konuşurken birdenbire bir trt spikeri edasına bürünerek konuşabilen, aynı zamanda 4 dil bildiğini iddia eden, enteresan bir arkadaş...

geçen gün yine geldi, oturuyoruz... beraber oturmakta sakınca görmüyorum :) zararsız delilerden... konu nereden geldiysen pkk ya geldi... nimo aldı sazı eline :D doğuya gitmişmiş ve apoyu görmüşmüş... hiç sevmezmiş kendisini, nefret edermiş , eline geçirse boğarmış... sizce neden? insanın aklına tabiki ilk bir terör örgütü lideri olduğu gelmezmi ? hayırrr... nimo için durum böyle değil, onu göbeğini açmış, kaşırken görmüş çünkü :D sevmemek için yüzlerce neden varken sebebi göbeğini kaşımasıymış... :D yani bu konuda bile beni güldürebilen bir insan olduğu için seviyorum onu, aslında başında da dediğim gibi kendisi hakkında yazdıklarım yetersiz kaldı bence o her insanın tanıması gereken nadide insanlardan :D

nimo'nun şokunu atlatmadan yanımda çalışan garip kızdanda bahsetmek istiyorum... bütün garip insanları etrafımda toplamayı başarıyorum işte...

geçenlerde pc başındayım bizim çalışanlarda mutfaktaki tv ye dalmışlar... tv de geniş ailede kaçak liposaction yapan bir eleman var... adam diyor ki " hepinizin etlerini çekicem" bizim elemanlar buna gülüyorlar, kız anlamıyor bir tek, "ne dedi" diye soruyor... çalışanlardan biri anlatıyor "işte liposaction yapıyor da, millet onu katil sanıyor vs" bir yandan da gözü tv de izlemeye devam ediyor... uzun bir sessizlik ten sonra kız tekrar diyor ki; "sen benimle dalgamı geçtin az önce" tv ye dalmış olan çocuk anlamıyor "ne dedin anlamadım" diyor kız tekrar "sen diyorum az önce benle dalgamı geçtin" ortamda bir south park sessizliği hakim... sonra ben kopuyorum ama güldür güldür çağlayarak :D olayı her iki tarafta anlamasa da dışarıdan çok komik görünüyorlardı... şöyle ki bu kız liposaction'ı hayatında ilk kez duymuş... ama şark kurnazı, "ben kendimle asla dalga geçirtmem" mantığıyla liposaction kelimesini kendisine yapılmış bir hakaret olarak algılayabiliyor yani... sadece bu olsa yine iyi, geçenlerde işyerinde yine mutfak tarafında olan sevgiliye sesleniyorum "beybiiiiiiii gel buraya" (çok tatlı dilliyimdir) :P ardından kız bana dönüp o ölüm soruyu soruyor "simone hanım, beybi ne demek? " inanınki cevap veremedim... işin vahim tarafı soruyu gerçekten ciddi ciddi sorması.... :D hayır vukuatların ardı arkası kesilmiyor ki :D geçen bana soruyor "en sevdiğiniz meyve nedir? " bende " ne bilim meyveleri severim ben genelde heralde en çok mandalinayı, armutu falan seviyorum" dedim... peki kendisi hangi meyveyi seviyormuş..... ananas....
neyse geçiştirmek için" ananas forever diosun yani" dedim... ahhh demez olaydım... ne diomuşum? ne demekmiş o? kim öyle demiş? of anam offff.... velhasıl konu dağılsın diye," yahu o kadar meyve varken neden ananas, yani hangi insan ananası en sevdiği meyve kategorisine koyacak kadar çok tüketebilirki" falan dedim konu böyle uzadı gittiiiiiii... bi ara korktum hangi müzik türünü dinlersiniz? sevdiğiniz renkler nedir? gibi anket soruları gelecek diye... neyseki kafasını dağtmayı başardım...
hergün yeni bir vukuata imza atıoruz... hergün zaman zaman gerilsemde çok eğleniorum... insanları seviyorum... çok seviyorum hemde :D ama uzaktan :P



18 Temmuz 2011 Pazartesi

akaminkoların önlenemez yükselişi


istanbul... bir zamanlar en büyük aşkım olan şehir... deniz mavisi gözlerine vurulduğum... iki yakası arasında su gibi gerdanı... vs vs...
üzgünüm... eskiden kendisi için bu ve buna benzer nice dizeler döktürebileceğim bu şehir, artık akaminkoların egemenliğinde...

2 hafta önce bir pazar günü yaşadığım trajediyi anlatmak için kendime gelmeyi bekledim...

herşey haziran aynın son pazar gününde istanbulun göbeğinde bakırköyde bir tren istasyonunda başladı....

bzzzzzzzztt sar başa...

sabah uyandığımızda hava gayet güzeldi bir pazar gününe yakışır ışıltıda kuşlar cıvıldıyor, güneş parıldıyordu.. bu pazar evde durmamalıyız dedik ( bu kararımızın daha sonraki tüm pazarlarda evde oturmamıza sebep olacağını bilmeden) ne yapsak nereye gitsek derken balık yemek istediğimizi farkettik...

- eminönü ye gideli mi?
- hadi gidelim..
- ama arabayla gitmeyelim yea deişik olsun trene atlayalım böyle insanlarla iç içe, kalabalığı sindirerek gidelim...
- evet yea hem arabayla park sorunu vs.. trenle gidelim evet...

tren istasyonuna vardık beklioruz... birbirinden müstesna bi grup insanla..
uzunca bir süre bekledikten sonra, trenin geldiğini görerek yerimizden kalkıp kenara doğru yol aldık... gelen trene dikkatle baktığımda her vagonda 2 olmak üzere toplamda yaklaşık 20 adet kapıdan 200 adet kara kafanın bize doğru baktığını görerek bir adım geri kaçtım... trenin kapıları açık ve kapılardan sarkan çakma billabong şortlu parmakarası terlikli bir ordu "akaminko" bize doğru yaklaşıyordu.. tren istasyonda durunca akaminkoların yarısı bakırköy durağında indi ama trende tost olma potansiyeli hala had safhada olduğunda binmedik tabi...
2. treni beklerken bir yandanda teoriler ürettik...

- bu arkadaşlar kışladan falan çarşı iznine mi çıkmış aceba ? (nasıl iyimserim)
- ne çarşısı simone. adamlar denizden geliyor...
- yok yea belki yakınlarda bi mülteci kampı falan vardır da ordan gezdirmek amaçlı çıkarmışlardır falan.. (hala çok iyimserim)
- saçmalama simone ya eşek kadar adamlar. ayrıca ne kampı ?
- ya belkide yurtlar oluyor ya hani öğrenci yurdu gibi ( gibi de neyse artık)
- hee bütün öğrenci yurtları bu akaminkoları topluyo zaten

ve işte "akaminko" ile ilk tanışmam o an olmuştur...

2. tren gelir yine aynı manzara... mecburen bineriz ve ben hayatımın en korku dolu yolculuğuna başlarım...

bu akaminko denen insan türü kapılardan sarkar duraklardan geçerken insanlara pet şişeyle su atar, tükürür, tren içinde sigara içerek gezer ve bir allahın kulu da (ben dahil) ne yapıyorsunuz hemşerim demez, diyemez... sağımızdan solumuzdan bir o kapıdan bir diğer kapıya koşarak yüksek sesle konuşarak... hal ve tavırları benm açımdan "lemur"ları andıran bu insan türü, canlıların en tehlikelisidir...

korku dolu bir yolculukla trenin içinde top oynadıklarına da şahit olduktan sonra, sirkeci ye vardık.. derin bir oh çektim ama hala içimdeki korku dinmedi... bir süre sonra ortalık sakinleşince balık ekmeğimizi de yedik ve kabataş'a doğru yol aldık...

kabataş sahilinin yeri ayrıdır bizde, soğuktan totomuz donarken gidip çay içtiğimiz gemilere bakarak hayal kurduğumuz yerdi sevgiliyle, kabataş sahili... hani tophaneyi geçince güzel sanatların hemen yanında bir çay ocağı var ya deniz kenarında.. hee işte orası... gidip anılarımızı yad edelim dedik yaklaştıkça heyecanımıza bir mangal kokusu karıştı... güzel sanatların köşeye yetiştik ki ne görelim... büyük baş akaminkolar çayıra çimene yayılmış vur patlasın çal oynasın.. bir yandan mangallar yellenirken, diğer yandan bebeler yakar top oynuyor, ölesiye eğleniyor, istanbul'un (çoafedersiniz) *mına koyuyorlardı... gördüğüm sahne karşısında ağlamamak için kendimi zor tutuyordum... sadece istanbul'un değil hayallerimin de *mına koyuyolardı... benim hayalimdeki boncuk gözlü istanbul'umun ırzına geçiyorlardı... zevallı çay ocağımın, derme çatma sandalyeleri duman altı olmuş, oturmak ne mümkün meydan panayır yerine dönmüştü...
aldık kendimizi kahve dünyasına gittik... manzaraya uzaktan dehşet dolu gözlerle baktık...

dönüş işkencemizi anlatmaya takatim kalmadı sayın okur... siz tezahür edin artık...

ama şunu söylemeliyim ki "beni bu şehirden kimse soğutamaz" derdim... ne yazık ki , bu yıl ki akaminko yükselişi sonucu sanırım istanbul'u terketmeye karar verdim.. üzgünüm...

İSTANBUL seni bu hallere sokanlar utansın...

13 Temmuz 2011 Çarşamba

burada neler oluyor ?


sıcaklar, sevgili annemi ağlatırken, bir yandan ishal bir yandan alerjiyle boğuşuyorum... cırcır olmamın sebebi geçen gece sahilde sipariş verdiğimiz 400 adet midye olabilir ama yaz günü alerji hangi hayra alamet onu kestiremiyorum...
neyse ki erteleye erteleye, zaman zaman astım ilaçları kullandırılaraktan türk doktorlarının kobayı olmak zorunda kalaraktan.. bu zamana kadar gecikmiş bir alerji testim var... tarihi 29 temmuz. bu tarihi bana veren doktora gideli 2 ay oldu... o zaman çook uzak gelmişti, hatta ve hatta alerjim o tarihe dek sürmez bile demiştim ama yanılmışım . hele ki şu ara tavan yaptı...
bunun dışında işler fena boka sardı... biraz gergin ve sinirliyim bu ara, hani bir salon açmıştım ya ben... baya zormuş bu işler.. neyse detaya girmeye gerek yok herşey yoluna girecek öyle ümit ediyorum... e yoluna girmesse de aziz yıldırım'ın yanından size kart atarım artık :) sizde bana temiz çamaşır, sigara falan getirirsiniz görüş günlerinde... (bugünlerin geyiği bu aramızda)
off öyle abuk rüyalar gördüm ki... neresinden tutup anlatsam bilemiorum... tek hatırladığım birilerinden kaçtığım ve elimde bir köpek tasması, tasmada da bir fino olduğu... köpek pitbull olsa daha havalı olacaaadı sanki... işte iç dünyamın dışa yansımalarını görüyorsunuz, oturup anlatmama gerek var mı... kafam çok youn, ne size ne kendime ne de tam olarak hiçbir şeye konsantre olamıyorum... halbuki benm şuanda ayvalıkta olmam gerekiyordu :( perşembe günüde ayvalık pazarından zeytin vs aldıktan sonra cafe karamel de oturup zencefilli kurabiye ve çay içmem gerekiordu... şimdi bekliyorlardır beni :( hem ben bekletmeyi hiç sevmem...

bak olmadı yine gece vakti damara bağladım... uykumda geldi zaten... blogu kötü emellerim için kullanmaya başladım... amaç neydi ne oldu... bu akşam izlediğim filmi anlatacaktım.. neyse yarına kalsın... iyi geceler... iyi uykular... belki uslu olursam rüyamda bu kez şirinleri görürüm falan... uyudum ben...



6 Temmuz 2011 Çarşamba

Lüfer, hamsi, kalkan / daralıyor zaman...

Lüfer, hamsi, kalkan / daralıyor zaman...: "“Seninki kaç santim?” kampanyası yarım milyon insanın desteğiyle devam ediyor. Denizlerimizin ve balıkların geleceği için, iş işten geçmeden, daha fazla ertelemeden, hemen şimdi eyleme katıl."

arkadaşlar tıklarak eyleme katılın lütfen... yavru balıkların avlanmasının önüne geçmek için bir adımda siz atın...

5 Temmuz 2011 Salı

sucker punch


uzun zamandır film yazmamaın acısını bu gün size 2 film anlatarak çıkarıcam... :)

sucker punch zack snyder'ın senaryosunu yazıp yönettiği. 300 spartalı filmindede olduğu gibi bilgisayar efektleri fazlasıyla çok, bol aksiyonlu bir film... benm en sevdiğim tarzlardan biri.. gerçek dünyayla alakası olmayan başka dünyalar, şekiller, robotlar, ecük bücük yaratıklar :) masallar, hikayeler....

babydoll annesini kaybettikten sonra kızkardeşiyle beraber üvey babasının eziyetlerine maruz kalır ve yine bir gün bu işkence anında kızkardeşini üvey babasında kurtarmak isterken yanlışlıkla onu vurur ve ölmesine sebep olur... babası onun annesinden kalan mirasını elde etmek için onu bir akıl hastanesine götürür... babydoll bu akıl hastanesi görünümlü yerde hayatta kalmaz zorundadır...

yukarıdada bahsettiğim gibi fantastik türünde yine çok hareketli ve görsel efektleriyle bizzleri büyüleyen bir şölen...

ayrıca film kadar müzikleride dikkat çekiyor... başroldeki emily browning birkaç şarkıyıda kendisi seslendirmiş.. özellikle de ilk çalan şarkı olan sweat dreams, onun yorumuyla da son derece hoş olmuş...

yine keyifle izleyebileceğiniz bir film... şimdiden iyi seyirler :)


source code


bu yıl bilim kurgu dalında patlama yaşanıyor sanırım..

değişik türlerde filmler izlemek, yeni şeyler ortaya çıkarıldığını görmek, hala ümit vaad eden yönetmenler olduğunu bilmek sevindirici...

source code'un başrollernii canımız ciğerimiz jake gyllenhaal ve michelle monaghan paylaşıyor. colter bir tren de gerçekleşen patlamada tren içinde bulunan sıradan bir öğretmenin bedeninde uyanır... patlamaya 8 dk vardır ve colter bundan habersiz neler olduğunu anlamaya çaalışır.. olanları anlamadan patlama gerçekleşir ve bu kez colter bir kapsülün içinde uyanır karşısında goodvin isimli bir kadın bir ekran aracılığıyla onunla konuşmaktadır...

colter yaşam kodu denilen bir projenin parçasıdır... ondan istenen patlamadan 8 dk öncesine dönerek buna kimin sebep olduğunu bulmaktır...

film de sürekli geçmişe gidip geri dönmesi ve aynı sahneleri defalarca tekrar etmesine rağmen bir sıkıcılık söz konusu bile değil.. her geri dönüşte colter bir adım daha ileri gidecek sonuca daha da yaklaşacaktır...

biraz inceptionvari türüyle seyirciyi ekrana kilitleyen son derece akıcı ve heyecanlı aynı zamanda filmlerin olmazsa olmazı birazda romantik bir film... izlerken keyif alacağınıza eminim... ben hiç kötü film tavsiye edermiyim :P
filmin imdb puanı 7.3/10 al benden de o kadar...

4 Temmuz 2011 Pazartesi

kısa ve net...


bu ara fena halde memleket özlemi duyuyorum... o resimdeki yeri çok özledim ben :(

1 Temmuz 2011 Cuma

yaşasın egolarımız


selam bebişlerim... yoğun ve yorucu bir haftayı daha geride bıraktık (yani kendi adıma)

bazen aklıma bişi geliyor, dedikodu yapasım geliyor mesela, ama çevremden birilerine anlatırsam muhtemelen dedikodusunu yapacağım kişiyi tanıyor olduğundan hoş bir davranış olmayacağını biliyorum.. ama anlatmassamda çatlıyorum napiiim :)

efem şimdi benm bir arkadaşım var, kendisi benden yaklaşık 1 ay sonra evlendi evlenene kadar yediği her boku fotoğraflayıp facebookta paylaşan bu şahsiyet bugün fikkatimi çekti ki 1 tane bile düğün fotoğrafını paylaşmamış... bunu istememiş olma gibi bir ihtimal mümkün değil yok. çünkü facebookta tam 20 adet albüm oluşturup bu 20 albümede kendisinin araba kullanırken, reinada eğlenirken, sushico da tıkınırken, üstü açık bir arabayla gezinirken, gittiği otellerin lobisinde arzı endam ederken, plajda güneşlenirken... hatta ve hatta balayında daha oradayken yediği sabah kahvaltısının artık tabaklarını gösteren 8374949 tane fotoğrafı vardı :) yani düşününki o fotoğrafların arasında daha neler vardı neler.. hatta bi ara "balayı" albümünü görünce, olmadık resimler paylaşacak diye ödüm çatladı da şükür orada frene bastı bu arkadaş... bizzat düğnünde kendisini görmesem bu kızın düğün yaptığına bile inanmayacaktım.. bu kadar gösterişi seven bu arkadaşım neden 1 tane bile düğün fotoğrafını paylaşmaz... işte aklıma bugün şu 2 seçenek takıldı

1- ya bu arkadaş düğün fotolarından hiç memnun kalmadı (yani onun klasına uygun bulmadı)
2- ya da düğününden öncede 4 yıl beraber olduğu damat beyin 1 adet bile fotoğrafını "nazar" bahanesi altında paylaşmayan bu kızımız zengin ama çirkin olan damadı beğenmiyor... :)

vallahi bilemiyorum :) geriye ihtimali çok düşük bir seçenek kaldı

bu kızımız evlendiği günden beri gittiği her yeri twitter gibi facebook iletisine yazmakta
örneğin "vip den demet akalın konseri" "eşimin şirketinin verdiği yemek" gibi... sanırım fotolarımdan daha ilgi çekecek aktivitelerim var benm demek istiyor :)

aslında yazdıklarını gördükçe altına "hanım hanıııım burası twitter değil" diyesim geliyor ama, diyemiyorum... kendisinin biraz gösterişi seven (biraz mı) ama aynı zamanda da iyi kalpli bir arkadaş olduğunu bilmesem yeminle çok fena bozucam.. :) hayır insan kendini evde oturan bi boka yaramayan hiçbişi görmeyen hiçbiyere gitmeyen biri gibi hissediyor azizim :)
ayrıca bu yazdıklarının altına 1 tane bile yorum gelmemesi bence çoğu insanın da benim gibi düşündüğünün kanıtı :P
görgüsüz olmak ve gerçekten kaliteli olmak arasında bi çizgi var bence... şimdi biz iletilerimize "yarın eltimgillerde altın günü" yazsak ta görgüsüzlük yapmış oluruz bence

ne demişler ; zenginin malı züğürtün çenesini yorar :P