29 Ağustos 2011 Pazartesi

bu günlerde ne dinliyorum...



bu günlerde hep aynı şarkıyı dinliyorum, başa alıp tekrar, sonra tekrar... bu kızın sesinde bir büyü var sanki... şarkıda da anlattığı gibi, sanırım doğduğum yeri özledim bende, orada yaşadığım anıları anımsadım... neden sevdiğimi daha çok anladım sonra...

27 Ağustos 2011 Cumartesi

bu gün benim doğum günüm...


sabah annemin telefonu ile açtım gözümü... vodafone'a saydırıyordu :) annemin hattı benm adıma kayıtlı sabah mesaj gelmiş ona, doğum gününüz kutlu olsun diye... neymiş " annem doğum günümü kutlamak için uyandırmaya kıyamıyor muş, ama utanmaz vodafone bile sabahın köründe mesaj yolluyormuş" :)
annem diye söylemiyorum, dünyanın en melek insanıdır. hayatta kimseye küstüğü görülmemiştir, kimseyi kırdığı da, biz arada didişiriz, ama genelde hep suçlu benmdir, onunla aramda en ufak bir benzerlik yok, keşke karakterim birazcık anneme benzeseydi, çok azıcık benzeseydi etrafımdakileri daha az kırardım. çoğu zaman kırılsa da belli etmez annem... sırf kırıldığını söylerse birini incitir diye... evlenmeden önce belki bu kadar hassas değildim annem konusunda. o her zaman dünya daki en sevdiğim insandı ama şimdi onu kırdığım zaman oturup ağlıyorum ve kendimden nefret ediyorum... o benim doğum günümü kutlamak için aradığında bu kez diğerlerinden farklıydı, birbirimizden uzaktaydık artık, o beni ben ise onu kutladım, benim gibi bir çocuğu doğurup büyütüp sinir hastası olmadığı için :)

"sen bundan 28 yıl önce bu gün, akşam 9 da zorla doğurtuldun ! :) " dedi annem
ben postmatüreyim, ve bu sebeple suni sancı denen o serumla doğum sancısı tetiklenerek dünyaya getirilmişim... üstelik doğduğumda hiç ağlamamışım,

annem bunları anlatırken, "demekki dünyanın ne boktan bi yer olduğunu anlayıp gelmek istememişim" dedim... üzüldü tabi
ailemin, eşimin ve en önemlisi sağlığımın sorunsuz olmasının insanın mutlu olmasına yetecek sebepler olduğunu söyledi... tabiki her anne gibi haklı çıktı yine

anladımki dünyanın en güzel hediyelerine sahibim... elimden hiç alınmasını istemediğim hediyeler.... annem, babam, tüm ailem, sevgilim... iyiki varsınız... sizin gibi insanlara sahip olduğum için bu dünyadaki şanslı doğmuş insanlardanım :)

21 Ağustos 2011 Pazar

ben çocukken - 4


hayatın ne denli zor olduğunu ve 28 senede öğrenemediğim herşeyi şu son 2 ayda öğrendim... belki ben çok hassas bir insanım, belki çevremdekiler çok rahat bilmiyorum fakat, sağlam bir hayat tokadı yedim yüzüme... ve uzak olan her şey şuan daha lüks daha ulaşılmaz geliyor gözüme...
"hmm simone daha ne gördün ki henüz çocuğun bile yok" demeye yeltenenler... durun orada.. herşeyin farkındayım ben, zaten zor olan hayatın çocukla daha da zorlaşacağının farkındayım...

bu yüzden çocuğum yok işte, hem daha yaşım da küçük :P (ufaldacebimegir)

hep beraber bir totem yapalım mı... okuyan herkesten rica ediyorum... yazının altına sadece "herşey çok güzel olacak" yazabilir misiniiz? hadi kırmayın beni... herşeyin güzel olacağına gerçekten inanayım, buna nasıl ihtiyacım var...

çok çok lüks bir hayata sahip değilseniz.. sizinde ben ve diğer insanlar gibi, her istediğiniz anında olmuyordur.
çocukken (ki çok acayip bi çocuktum) hiçbir zaman bir oyuncakçıda ağladığımı tepindiğimi ve ya bir oyuncağı almak istediğimi hatırlamıyorum... genelde oyuncak sevmezdim ben, sadece 2 tane bebeğim oldu mesela.. biri bana bakan halamın evlenirken, evden ayrılırken verdiği hediye, biride babamın aldığı kocaman bir bebek... ama ilgi alanlarım bebekler olmadı hiç... sokakta toprakla, çamurla oynamayı tercih ederdim...

hatta bir dönem babamın işi sebebiyle taşındığımız semtte , o yıllar istabul'un ciddi alt yapı sorunları vardı, sokaklarda çamurdan yürünmezdi... şuan moda olan o lastik çizmeleri o zaman biz mecburiyetten giyerdik... sokakta oyun oynardık yinede. su birikintilerinde yaşayan kurbağa yavrularını, bir kavanoza doldurur, onları beslediğimizi sanardık, öğkk şimdi anlatırken içim kalktı... oynarken yanlışlıkta kafasını yardığımız arkadaşımızın annesi, bizi mahkemeye vermek yerine "çocuktur olur böyle şeyler" der ve konuyu kapatırdı... aşkı, mahalledeki delikanlı abilerin, bizim arada yanaklarımızdan makas alması sanardık :) dünyanın en lezzetli abur cuburu, oyun arasında ekmeğimizin üzerine sürülen çikolataydı, eğer evinde olmayan varsa ona da bir ekmek sürülürdü... sonra yine babamın işi vesilesiyle çocukluğumun büyük kısmının geçtiği mahalleye taşındık... orası diğerine göre muhteşemdi, bir köy dü bu kez... istanbul'a bağlı ama azıcık dışında bir köy... kapımızın önünden küçük başlar geçerdi, salçalı ekmekle de orada tanıştım... hala tadı damağımda olan o ev yapımı salçanın lezzetini unutmam mümkün değil... aşure ayı geldiğinde mahallede herkesin evinden bir aşure kokusu süzülürdü, çocuğu bol bir mahalleydik... annelerimizden biri aşure pişirir kapı önündeki çardağa koca bir kase aşure yanına 8 kaşığı bırakır, isteyen gelip yer, istemeyen oyuna devam ederdi... arada ev sahibimizin kızı olan genç abla beni bahçelerine götürür beraber domates toplardık... kışın kar yağınca hafif yokuş olan mahallemizde popolarımıza poşetleri bağlayıp aşağı doğru kayardık... dünyanın en eğlenceli işiydi o... hıdrellez diye bişey vardı eskiden, kocaman bir ağaca salıncak kurulur, piknik yapılır, küçük tüpün üstünde çay kaynatılırdı, bizim köyümüz denize de yakındı, arada toplaşır denize giderdik, bütün mahallenin çocukları, annelerin ikazlarına kulak asmadan, alabildiğine kudururduk denizde... kırmızı bir mayom vardı benim, üstünde mickey mousse olan :) akşam yorgun ve kırmızı yanaklarla eve döndüğümüzde bir koca tabak karpuz ve mangalda balıklar beklerdi bizi, duşumuzu alıp hemen balkondaki masanın etrafına toplanırdık, akşam serinliği çıkardı sonra, arka bahçedeki incir ağaçları sallanırdı rüzgardan, erkenden uyurduk, hem doymuş bir mide, hemde yorgun ama mutlu bir ifadeyle. kışın okul dönüşleri, geldiğimiz kestirme yoldaki ceviz ağaçlarının altına düşen nemli cevizleri toplardık, onunla yetinmeyen abim ağaca çıkardı her seferinde, işte kolunu ilk o ağaçtan düşünce kırmıştı...

bir sürü kedilerim vardı, ağacı çok çimeni bol bir yerdi, her bahar uğur böceklerini toplardım, beslemek ümidiyle yine, sabah uyandığımda hepsinin firar ettiğini görür üzülürdüm.... odamın perdesine kelebekler koza yapardı, aylarca sabırla beklerdim içinden çıkacak o buruşuk kanatları... oyuncağa ihtiyacım yoktu, hayat o zaman benim oyuncağımdı...

şimdi şehrin göbeğinde, ottan böcekten, çocuk olmaktan uzak, yaşıyoruz bile diyemiyorum, yaşamaya çalışıyoruz. ümitle "herşey çok güzel olacak" diyorum....

19 Ağustos 2011 Cuma

günün şarkısı (tea party - halcyon days)


bu şarkıya bayılıyorum... sevgili kocam sayesinde keşfettim bu grubu, kullanılan müzik aletleri sayesinde şarkı başlarken türkçe bişiler dinleyeceğinizi sanıyorsunuz... hem etnik hem sert bi şarkı olması daha çok sevmeme sebep oldu... umarım sizde seversiniz :)

18 Ağustos 2011 Perşembe

rio


en son izlediğim bu film animasyon açlığımı biraz olsun bastırdı :) şöyle eğlenceli sevimli bir animasyon izlemek isterseniz kaçırmayın derim...

blue çok küçükken esas vatanı rio dan kaçırılır. hayvan kaçakçılarının arabası minnesota da bir direğe çarpınca içinde bulunduğu kutu düşer ve onu, o zamanlar küçük bir kız çocuğu olan linda bulur. blue ve linda beraber büyürler linda ona çocuğu gibi büyük bir sevgi ve sabırla bakar... fakat bir gün bir kuş bilimcisi bu nesi tükenmek üzere olan kuş cinsinin minnesota da sahibiyle yaşadığını öğrenir ve linda nın kitapçı dükkanına onları ziyarete gider...
aslında julio'nun amacı bu nesli tükenmek üzere olan kuşun dünyada sadece 2 tane kaldığı biri bir dişi olan jewel'in rioda bir merkezde tutulduğu diğerinin ise linda'nın blue'su olduğudur... bu sebeple bu ikiliyi bir araya getirip türün devamını sağlamak ister... linda başta kabul etmese de , düşününce buna engel olmanın bencillik olacağına karar verir ve blue ve julio ile birlikte rio'nun yolunu tutar...

uçmayı bilmeyen bir kuş (blue) özgür ve hırçın dişi (jewel) ve hayvan kaçakçıları ile bir kovalamaca hikayesi... çok eğlenceli, sevimli, biz seyircilere animasyon için bir nimet olan rengarenk rio karnavalını da yaşatan güzel bir film :) buz devrinin yapımcılarından...

tea party




birçok konuda olduğu gibi çay konusunda da bazı takıntılarım var... başak burcu olmak zor ne yapayım :) yıllardır çayı aynı fincandan içerim... şu yukarıda görmüş olduğunuz fincan benm ve beni yakından tanıyan herkesin evinde mevcut. annemlerde, abimlerde, eşimin annesinde, kuzenlerimde vs... çünkü başka bardakla içtiğim çaydan hiç tat alamıyorum sanki... çay dediğin illaki cam fincanda olmalı, hem öyle sıradan cam fincanları da kabul etmem, camı ince olmalı, sapı metal olmalı, fincanın altı da ince olmalı... böööyle uzayıp gider...

çay bardağında da aynı kriterler geçerli... misafir olarak gittiğim bir evde eğer güdük ve koca popolu bir bardakla çay geliyorsa, inanın o bardakla içtiğim çaydan zerre bişey anlamıyorum... çay bardağı görüntü olarak kocamaan ama iç hacmi minik olunca, hem altı çok kalın olduğundan içindeki çay çabucak soğuyor... bu tarz bardakları jeniffer lopez'e benzetiyorum ayıptır söylemesi :P yukarıdaki çay bardağı faruk malhan'ın paşabahçe için tasarladığı istanbul koleksiyonunda... faruk malhan'nın tasarımlarına bayılan bir insan olarak bu çay bardaklarının büyük boyundan da bir takım kendi evime aldım... tabi beni cezbeden bir diğer nokta da bardağın kullanım kolaylığı ve camın incecik olması... ne kadar şık göründüğünü sizde zaten görüyorsunuz... bu bardakları esse de ve paşabahçe mağazalarında bulabilirsiniz... 2'li ve 6'lı olmak üzere 2 çeşit ve 2 boy mevcut... ama sakın bardaklarınızı kırmayın... zira bardakları tek alamıyorsunuz... sadece tabakları 6'lı paketlerde haricen alabiliyorsunuz.. onlarda da sadece mavi rengi için geçerli :D ehehe evet bu biraz kötü ama bu güzel bardaklar için değer :)

17 Ağustos 2011 Çarşamba

trust (güven)


böyle bir filmi her anne baba ve her genç izlemeli diye başlamak istiyorum... son derece sarsıcı bir film... insan sık sık kendini ebeveyn yerine koyuyor, anne ve babanın tutumu her ne kadar bizim toplumun değer yargıları doğrultusunda olmasa da

annie 14 yaşında bir genç kızdır, internetten charlie adında bir gençle arkadaşlık kurar ve internet konuşmaları yerini telefon görüşmelerine ve bir süre sonra da buluşmaya kadar gider, fakat uzun süredir konuştuğu resimlerini gördüğü genç le yüzyüze geldiğinde onun aslında 36 yaşında bir adam olduğunu görür... başta bu durum onu yıksa da buluşmaları esnasında charlie kendini kabullendirir... bundan sonra gelişen olaylar ise genç kızın hayatını alt üst eder...

ne kadar kontrollü bir anne baba olacağım diye düşünsek te benim anladığım kadarıyla tek kontrol evde olmuyor... annie evde gayet sevilen ve düzgün bir aileye sahip olsa da hatta okulun voleybol takımında oynayan aktif bir genç kız olsa da yanlış yapmasına engel olmuyor...
başına gelen olaylardan sonra ailenin tutumu ise gerçekten son derece soğukkanlı... zira bir erkekle görüştüğü için öldürülen kızların olduğu canım ülkemde, böyle bir olay yaşansa, ki izleyince anlayacaksınız, neler olurdu bilemiyorum...
yeniden söylüyorum her ebeveynin izlemesi gereken bir yapım

16 Ağustos 2011 Salı

hop


bir animasyon hastası olarak isterdim ki daha fazla animasyon paylaşabileyim fakat bilindiği gibi animasyon yılda en fazla 1 veya 2 tane çıkıyor :)

filmimizin adı HOP. bir paskalya tavşanı olması için yetiştirilen p.t. nin amacı aslında bambaşkadır... müziğe aşık bu minik tavşan aslında baterist olmak için yanıp tutuşmaktadır... ve idealleri uğruna yaşadığı paskalya adasından kaçar, insanların şehrin göbeğine doğru yola çıkar... orada başına geleceklerden, veya başkalarının başına açacağı işlerden habersiz...

diğer tarafta şehirde ailesiyle mutlu ! bir hayat yaşayan fred, ailesi tarafından artık bir işe girip kendi ayakları üzerinde durması gerektiği konusunda uyarılır... fred ve tavşanın yolu şehirde kesişir ve bu yaramaz tavşanı misaifr etmek zorunda kalır...

film her ne kadar yetişkinler için biraz basit kaçsa da yine boş zamanlarınızı değerlendirebilecek eğlenceli bir yapım olmuş... animasyon ve live action tekniğiyle çekilmiş. yani yarı animasyon yarı gerçek... minik sevimli bir tavşan izlemek isterseniz iyi seyirler dilerim :)

13 Ağustos 2011 Cumartesi

love is....


yıllar yıllar önce... henüz gerçek aşkla tanışmamışken, aşkın sinema haline tutkuyla bağlıyken film izler sonra film beni çok etkilediyse erkek karaktere aşık olurdum....

olağan şüpheliler; benicio del toro.... karizmatik sesi, açmaya korktuğu gözleri, sigarayı böyle hüüüüüpp diye derin derin çekişi...

yeşil yol ; tom hanks... o ağladıkça ben ağladım, yufka yüreklilik bir adama ancak bu kadar yakışır...

gizli pencere; johnny depp... yalnız kendine has hayatı, yaşadığı gel gitler...

makinist; christian bale... yaşadığı travmatik dönemde kendimi buldum sanki, filmin başından sonuna kadar kaybettiği kiloları bana bi dönem verdiğim 10 kiloyu anımsattı.

american history x ; edward norton ... bu adama uslu çocuk olmak kadar, asi olmakta yakışıyor, bana göre 10 da 10 luk bir aktördür... her rolün adamı olduğunu defalarca kanıtlamıştır...

3. göz ; robert downey jr ... bu adamda bi ukalık, bi kendini beğenmişlik var, ama ukalalık bazı insanlara yakışıyor değil mi ? bence kimseye yakışmıyorsa da bu adama yakışıyor...

aşık shakespeare ; joseph fiennes ... o yakası fırfırlı eski ingiliz kıyafetleri nasıl yakışmış kendisine... filmi izlerken juliet ben olsaydım demedim değil :)

ve daha kimler kimler....

ve sonra büyümeye başladım... ama bir türlü aşkı bulamadım... nedeni çok açık, ya filmlerdeki gibi bir kahraman olacaktı aşık olduğum adam, ya da filmleri aratmayacak bir aşk olacaktı... olmuyordu tabi... filmlerle, masallarla büyümüş bir kıza yetemiyordu kimsenin sevgisi...

hatta arkadaşlarım arasında espri konusu oluyordum, kimileri hiç evlenmeyeceğimi söylüyordu kimileri ise akıl hastanesine deli kazandırdığımı :) insanları delirtiyormuşum...

hep beni birileriyle tanıştırmaya çalışırlardı... ama gerçek aşk, yani filmlerdeki gibi bir aşk görücü usulü olmazdı :) ayrıca çokta önemli değildi olmazsa olmazdı yani... ben yine bir film izler orada bir kahramana aşık olur sonra o aşk yeni bir kahraman bulana kadar devam ederdi... çünkü aşk benim için illede dokunmak konuşmak yan yana gelebilmek değildi... :) hatta bunlar işin içine girince sıkıcı olmaya başlıyordu ilişki...

taaaa ki kocamla taksim de fransız konsolosluğunun önünde karşılaşıncaya kadar :)

bu kadar filmlere aşık bir insan ilk görüşte aşka inanmaz mı ? esas ilk görüşte aşka inanır :) diğerleri yalandır... insan tanıyarak aşık olmaz bence...

filmlerdeki kadar anlayışlı, aynı şeylere gülebildiğim, aynı zamanda eğlenebildiğim, yeri gelince beraber dedikodu yapabildiğim, kendimi yanında önemli ve özel hissettiğim bir adamdı o...

başta ne o evlenmeyi düşünüyordu ne de ben... ama nasıl olduysa bu aşk bizi evliliğe götürdü... aileler tanıştı nişanlandık ve sonra evlilik... üzerinden 1 yıl geçmesine rağmen hala "senin evlendiğine inanamıyorum" diyen arkadaşlarım var :)

mükemmel diye birşey yoktur, ama mucizelere inanırım...

bir gün bir arkadaşımla konuşurken "ben sizi hep çarpışınca kitaplarını düşüren kız ve onu toplamasına yardım eden genç olarak hayal ettim, sizin evliliğiniz bana filmleri anımsatıyor" dedi... anladımki çevremdekiler başrollerinde benim ve eşimin olduğu bir aşk filmi izliyorlar :)

ve bu filmin bitmesini hiç istemiyorum...

11 Ağustos 2011 Perşembe

hide and seek (saklambaç)


bir süredir fragman paylaşmadığımı farkettim... fragmanlar film hakkında artı bir fikir verdiği için bende mutlaka bir filmi izlemeden fragmanına bakarım

2005 yapımı olan saklambaç, başarılı bir sosyolog olan david ve küçük kızı emily'nin hikayesi...

David'in eşi ortada hiçbir neden yokken kendisini öldürür... bu olay küçük emily'nin hayatını altüst eder ve emily adeta hayata küser...

david emily'nin annesiyle beraber yaşadıkları evde kalmanın çocuk için kötü olacağını düşünerek, kırsalda bir eve taşınır... fakat emily garip davranışlar sergilemeye başlamıştır... kimsenin görmediği bir hayali arkadaşı vardır, david olaya bir sosyolog gibi yaklaşıp buna küçük kızın yaşadığı travmanın sebep olduğunu düşünür ve kızını bir çocuk psikolojisi uzmanına götürmektense evde kendisi gözlemlemeyi tercih eder... fakat hayali arkadaş charlie'nin yaptıkları artık dayanılmaz hale gelmiştir... david bu arkadaşın gerçekten hayali mi? yoksa kendini göstermekten sakınan birimi olduğundan şüphe duymaya başlar...

yine aradım buldum size süpriz sonlu bir gerilim filmi anlattıııım... bunun sonu gerçekten süpriz bir son, hemde 1 değil 2 süpriz sonu var filmin... hadi bulun izleyin :)

8 Ağustos 2011 Pazartesi

unknow (kimliksiz)


dr. Martin Harris bir konferansa katılmak için karısıyla Berlin'e gider fakat tam otele girecekken çantalarından birini havaalanında unuttuğunu farkeder. hemen orada bir taksi çevirir ve karısına bile söylemeden, havaalanına geri dönmek üzere yola çıkar... fakat yolda bir kaza geçirir ve komaya girer... komadan 4 gün sonra uyanır... bazı şeyleri anımsamakta güçlük çeksede zamanla parçalar birleşir ve karısının daha önce hiç gelmedikleri bu yabancı şehirde yapayalnız kaldığını hatırlar... hastaneden çıkar ve yerleşecekleri otele gider konferans başlamak üzeredir... yanında hiçbir kimlik pasaport vs olmadığından otele kabul edilmez... o esnada salonda karısını görür ve görevlilere onunla görüşmek istediğini söyler... görevliler kabul eder ve onu karısının yanına götürürler... fakat karısı onu tanımaz... dr Martin 'in şok olur fakat esas şok edici olay karısının yanına gelip gerçek Martin Harris olduğunu iddia eden adamdan sonra yaşanır... karısı başka bir adamla beraber arkasını döner ve gider dr. neler olduğunu anlayamaz....

film bol miktarda aksiyon ve garip olaylar silsilesi içermekte... sonu süprizli yine... her ne kadar benim açımdan açık kalan bir çok nokta olsada (ki o noktaları söylemem filmin sonu hakkında tüyo verir) yinede güzel filmler arasında benim için...

üzerinizde kimliğiniz veya kimliğiniz yerine geçen hiçbir belge yokken, ve en yakınınız, eşiniz sizin siz olduğunuzu inkar ediyorken, üstelikte başka biri sizin kimliğiniz ve bütün yasal belgelerinizi üstlenmişken, insanları kimliğinize nasıl ikna edersiniz?

filmi izlerken çoğu yerde ben olsam şöyle yapardım diyeceksiniz... zaman zaman da şüpheye düşeceksiniz... şimdiden iyi seyirler...

6 Ağustos 2011 Cumartesi

laktozsuz süt sorunu


merhabalar sayın okur... uzun zamandır sıkıntısını çektiğim bir konuyu buradan dile getirmek istedim...

sütü çok sevmeme rağmen laktoz problemi yüzünden içemiyordum... biliyorsunuz kemik sağlığı için günde bir bardak süt bir kase yoğurt ve yeterince beyaz peynir yemek gerekiyor... ben yoğurdu ağzına sürmeyen peyniri ise çok sevmeme rağmen yiyemeyen bir insan olduğumdan, tek çare bol süt tüketmekti... ne zaman ki doktorum yoğurt ve peynir yemediğim için günde 2 bardak süt içmemi önerdi sorun o zaman başladı... daha önceleri de varolan bu problem düzenli içmeye başlayınca çekilmez hale geldi... problemim sütteki laktoz'u sindirememek... ve yine doktor tavsiyesiyle laktozsuz, laktazlı süt arayışım başladı.... ama maalesef çölde su aramak gibi birşeymiş bu... sadece tek bir markanın laktozsuz süt ürettiğini gördüm o da PINAR SÜT

fakat küçük kutuda satılan bu sütü heryerde bulmak imkansız.. mesela dün akşam uğradığım markette bulamadım...

okadar çok süt markası varken DİMES, SÜTAŞ, SEK, DANONE, YÖRSAN, vs vs hiçbirinde laktozsuz süt yok... buradan biri sesimi duyarmı bilmem ama... bu tarz durumlara daha duyarlı olmalarını isteyebilirim...

4 Ağustos 2011 Perşembe

adalardan bir yar gelir bizlereee



bunalım depresyon vs derken çok önemli birkaç detayı atlamış olduğumu
farkettim... son 5 gün içinde adalara, bursa'ya ve en yakın arkadaşımın doğu
muna gittim ben... bir bebeğin daha dünyaya gelişine şahit oldum... bir mucizeye daha yani...


şu yukarıda görmüş olduğunuz martı hayvanı kocamın sırtına zıçtıktan hemen sonra masamıza teşrif ederek... bize nispet yaptı sanki... arkadaş martı dediğin neticede bir kuş... o hayvandan o kadar şey nasıl çıktı anlamış değilim... yinede bu pozu verdiği için yaptığı terbiyesizliği görmezden gelip tuvalette tişört'ü yıkayıp unuttuk... adaya giderken simit almıştım yanıma.. kuşlara vapurda atmak için... vapurda atamadım ama adadaki martılar karnını o gün benm simitlerde doyurdu... hatta onun üzerinde gördüğünüz van kedisi bile...

insanlar ne kadar zalim sayın okur... şu canım van kedisi, sahipleri tarafından getirilip adaya bırakılmış.. kiliseye çıkarken ki o ızdırap yokuşunda gelenin geçenin sevgilisi olmuş.. açlıktan kaburgaları sayılıyordu... inanın onu içine koyup getirebilecek imkanlarım olsaydı alıp gelecektim.. bu kadar sevecen ve uysal bir hayvan olamaz... içim sızladı yazık... nesli tükenme tehlikesi altında olan bu hayvanı sırf kendi zevkleri için alıp sonra sokağa... hatta geri dönmesin diye adaya bırakan insanlara yazıklar olsun...

adayı geride bıraktıktan hemen sonraki gün bursaya doğru yola çıktık 4 kişi... bütün kuzenler yazın bursada toplanırız.. bu yazki toplaşmayı kaçırmamalıydım... bursa memeleketim... adı üstünde yeşil bursa... ne hale gelmiş inanamazsınız... dağdaki ormanların arasında koca koca delikler taş ocakları yüzünden harap edilen ağaçlar.. yolun kenarına öbeklenmiş dağ kadar taş yığınları... buradan beni kim duyar bilmem ama... buna birileri dur demeli artık... çocukluğumdan beri bursa da büyük patlama sesleri olurdu... taş çıkarmak için yapılan patlamalar... eskiden bu kadar çok taş ocağı yoktu... belki olması gerek bilmiyorum çok gereklimi değilmi... ama o görüntü hiçbir doğa severin katlanacağı cinsten değil... türkiyenin ciğerleri taş çıkarmak uğruna yok ediliyor... kime ne pahasına veriliyor o yerler bilmiyorum ama 2 köy arasındaki o mesafede 8 tane taş ocağı olmaz, olmamalı... ve böyle çirkin böyle itici bir hale getirilmemeli.. yol kenarlarında eskiden ormanların olduğu bursa da artık sadece taş yığınları var... bu dünya sadece bana , bize doğa severlere ait değil, sadece biz çabalamamalıyız bunun için... bu insanların yaptığı bilinçsizce davranış gelecekte onların da çocuklarına torunlarına kurak bir dünya kalmasına sebep olacak... yeşil bursa... artık yeşil değil...

tüm bu can sıkıcı şeylerin dışında kuzenin eşinin bizi piknik yapmaya götürdüğü muhteşem yerin bir resmini bile çekmemiş olmam çok ayıp değilmi ?
özür dilerim... biraz anlatayım siz anlayın... koskocaman bir kaya düşünün... tamamen doğal, böyle küçük bir dağcık gibi... ve onun dibinden buzz gibi fışkıran bir su, henüz keşfedilmediği çok belli doğru düzgün yolu bile yok... arabayla bi yere kadar zor gidebiliyorsunuz ondan sonra orman içinden o büyük kayanın dibinden devam ederek su sesini takip ediyorsunuz... yalnız böyle anlatıldığı gibi kolay değiiil... yokuş aşağı ellerimizde nevaleler ve çoğunu neredeyse emekleyerek geçtiğimiz zor yolları atlatarak :)

ehehe işin bu kısmında ufak çaplı bir survivor yaşadık... yani acun ılıcalı niye o programı çekmek için dünyanın bir ucuna gitmiş anlamış değilim...

hele dönüş işkencemiz , artık bir komedi filmimi desem korku filmimi bilemedim... efenm biz vardık kaya dibine suyun yanına manzaraya hayran bakınıyoruz... hadi yemek hazırla ye iç derken saat epey geç oldu... hava kararmaya başladı, hepimizi bir panik sardı mı... acil tırmanmamız lazım çünkü tamamen karanlık çöktüğünde geldiğimiz yolu geri dönmemize imkan yok... hem birbirine geçmiş ağaçlar hemde yokuş yukarı sağlam bir diklikte çıkmak kolay olmaz.. gündüz vakti bile epey zor olmuşken, giderken survivor, dönerken blair witch project etkilerini üzerimizde hissettik.. zaman zaman bacaklarımız kesildi gülme krizine girdik, ayağımızdan fırlayan sandaletimizi karanlıkta bulmaya çalıştık... o sarmaşıktan hallice ağaçların dalları yüzümüzü kollarımızı bacaklarımızı kesti ama zirveye arabalarımıza ulaştığımızda hepimiz toprağın üzerine yığılıp kaldık ve çok eğlendik...

hepsinin yanında tüm kuzenlerimi gördüm bi kere o bile yeter, istanbul a dönüş yolunda gecenin bi vakti bağıra çağıra söylediğimiz şarkılar yüzünden sesim hala kısık olsada çok güzel bir haftasonuydu...

istanbul döner dönmez ödenmesi gereken faturalar vergi borçları vs ile kendinden yine soğuttuysada güzeldi... şimdi tek yapabildiğim bol bol dua edip herşeyin yoluna girmesini dilemek...

herkese mutlu günler diliyorum... dualarınızda bana da yer verin olmaz mı... gerçekten ihtiyacım var :(

3 Ağustos 2011 Çarşamba

masallar büyükler içinmiş


evet bir yerde okumuştum... masallar büyükler içindir, zira çocuklar zaten bir masalı yaşarlar... diyordu...
ne kadar doğru, gerçekten masallara ihtiyacım var şuan, gerçek olan hiçbirşeyi duymak konuşmak istemiyorum, gerçekler canımı sıkıyor artık...
yılın en huzurlu ayını yaşamamıza rağmen içimde ufacık bir huzur zerresi yok... aksine sabahlara kadar huzursuzluktan uyuyamıyorum... sağa sola dönmekten artık canım acıyor... kendimi çok mutsuz hissediyorum...

tek istediğim bir masalın içinde yaşamak, herşey rengarenk, bütün insanlar mutlu...

nightmare before christmas'taki christmas kasabasında yaşamak istiyorum....

alice harikalar diyarındaki alice olmak istiyorum...

pamuk prenses olmak istiyorum, etrafımda 7 sevimli cüceyle beraber ormanda huzur dolu bir evde yaşamak istiyorum...

kırmızı başlıklı kız kadar saf ve temiz olabilmek istiyorum...

dikkat ettimde her masalda bir dram saklı... hepsinin sonu mutlu ama...

ümid etmekten yorulsamda kendi kendime sormadan edemiyorum yinede,

acaba benim masalım da mutlu sonla bitecek mi ?

burası benim serbest bölgem...

sıkıldım... hemde çok sıkıldım... hayatımda geçirdiğim en sıkıcı kıştan sonra en sinir bozucu yazı da geçirmiş bulunuyorum...
şimdiye kadar düşündüklerimi ilk ve son kez dökeceğim...

bir insanın hayatının 27 senesinde tek başarısı iyi bir kocaya sahip olabilmek olurmu ? benim öyle. ona da başarı denilmez aslında ama "hiçbirşey" demekten daha iyi geliyor...
şimdiye kadar bir dikiş tutturamamış olmaktan elimi attığım her işte başarısız olmaktan çabalamaktan çalışmaktan ama yinede sonuçsuz kalmaktan sıkıldım...
şansımın ne zaman döneceğini ümitle beklemekten sıkıldım.
hep birşeyleri ertelemekten sıkıldım...
sürekli plan yapmaktan sıkıldım...
sevmediğimiz meslekleri yapmak zorunda kalmamızdan sıkıldım...
ve zamanında sevmeyeceğimizi bile bile o mesleği seçmiş olmaktan sıkıldım...
istanbul'dan sıkıldım çok sevmeme rağmen...
sıcak havadan sıkıldım...
sabretmekten sıkıldım...
hayattan sıkıldım...

kendimden sıkıldım...