30 Kasım 2011 Çarşamba

O DEĞİL DE


şimdi kanallar arası gezinip duruyordum, kocam içeride dünya maçlarını internetten izliyor.

biz karı-koca futbol konusunda saplantılıyız, dünyada ne kadar maç varsa izliyoruz, o daha çok izliyor bazen ben kaytarıyorum, hatta o kadar hastayız ki, bi ara basketbolu da kattık bunun içine döndürüp döndürüp izliyoruz... şimdi dünyanın başka bir ucunda bi maç var diyelim ki, ee aradaki saat farkınıda düşünüp bütün gece oturup sabaha karşı maç izliyoruz... izlerken bazen çok heyecan yapıyoruz, bazen kendimizi tutamayıp bağırdığımız falan oluyor.... esasen ben de o da türkiyeden birer takımı hemde fanatik derecede tutuyoruz. ama bizim futbol heyecanımız tuttuğumuz takımla alakalı değil... izliyoruz izliyoruz, heyecan yapıyoruz falan çoğunlukla hep tek maçla yatıyor kuponumuz ama olsun :)

yani ruh hastası değiliz çok şükür iddia hastasıyız sadece... yani neredeyse evimizin geçim kaynağı iddia... kocasına maç izliyor diye kızmayan tek kadın benim sanırım... :P

ya o değilde ben size ne anlatacaktım.. şimdi tv8 de Okan'ın programında "Çok Sevgili" Uğur Dündar eniştem var... onu görünce aklıma yine çocukluğum geldi :)

şimdi beni daha öncelerden okuyanlar, ne derece saf bi çocuk olduğumu bilir, bana çocukken halamın baktığını da bilir. önce biraz halamdan bahsedeyim.

bizim ailedekiler, halalarım, amcalarım vs. geç evlendiler, çünkü erken evlenmek ayıp bizde :D çok ilginç bir aileyiz ama, ben çocukken falan böyle 19- 20 yaşında evlenen birini duyduklarında "aaaa daha çocuk" gibi tepkilerle büyüdüm. tamam şuan devir değişti ama biz çocukken de evlilik yaşı 30 değildi heralde....

şimdi beni evvelden beri okuyanlar, benim babamın işi gereği bir trakya köyünde büyüdüğümü de bilir, yani aslında ben trakyalı değilim ama, babam sebebiyle çocukluğum orada geçti... trakya da da kızlar erken evlenirler, yani 19 yaşına geldiyseniz ve hala nişanlı değilseniz evde kaldınız demektir :)

benim halam 30 yaşında evlendi, evlenene kadar da bana baktı, tabi trakya bölgesindeyiz ve daha çocukluktan kızlara çeyiz yapılmaya başlanıp kafalarına evlilik fikri zerk ediliyor... mahallede oynarken arkadaşlarım bana diyorlar ki "simone senin alan evde mi kalmış ? "
*alan = halan

ya bende çocuğum neticede, etkileniyorum mahalle baskısından :P

eve geliyorum ve halama diyorum ki "hala senin neden nişanlın yok?"

halam da hiç bozuntuya vermiyor " aa kim demiş yok diye, var benim nişanlım,kim hemde bilirmusun ?" o esnada tv de Arena var ve halan Uğur Dündarı gösteriyor, "işte bak o benim nişanlım" ahaha ben tabi saf, yiyorum bunu...
ertesi gün mahallede cevabım hazır "benim eniştem Uğur Dündar :P

yani ben Uğur eniştemi ayrı severim, :D sırf bu yüzden

o değil de Fox tv de "Var mısın, Yok musun" devam ediyor yahu, hayatta gördüğüm en saçma yarışmadır bu da.

şimdi ben yıllar evvel sırf eğlence olsun diye bir müzik yarışmasına başvurdum.. ha tabi para ödülü falan da var, sesim de fena sayılmaz hani :) ama asıl amaç tabiki de para ödülü, daha yarışmaya başvurdum ertesi sabah görüşmeye gelin diye aradılar, bu arada ben hangi yarışmaya başvurdumsa görüşmeye çaırmışlardır, ben sadece 1 tanesine gittim ama, o zaman niye başvuruyorsun dediğinizi duyar gibiyim :)

neyse bundan cevap geldi ertesi gün gidicem görüşmeye o akşam bizim akrabalardan biri show tv de çalışıyor, iyi de bi görevi var, o bize geldi.. ben buna anlattım böyle böyle diye...

ya bırak sen onu gel yeni yarışmaya başvur dedi, işte o zaman o Acun'un yarışma daha yeniydi... ona seni hemen alırlar falan dedi... bende diğerine gitmedim. onu dinledim... bunlarda beni aradı hemen, mülakata gittim, kel ve uyuz bir adam ve yanında 4 adam daha hem kameraya çekip hem sorular soruyorlar falan, adam bana benim akrabanın adını söylemez mi diğer adayların yanında, sen nesi oluosun falan filan vs... anlattım bende...

hoşuma gitmedi hiç adam, bana bi ters davranıyor bir gıcık bir sinir anlatamam. bi de "bize anlatabileceğin ilginç bir hikayen var mı ?" falan dediler. bende safım ya, orda sallayamadım
"evet bana geçen sene tren çarptı, öldüm diye beni gömdüler, ama ben tırnaklarımla kazıyıp çıktım mezardan" diyemedim. "yoo hayır ilginç bir hikayem yok" dedim. "kazanırsan parayı ne yapacaksın" diye sordular, ben yine "40 milyar kredi borcum var, evimi haciz ettiler, kartonların üzerinde uyuyorum" diyemedim ve "araba alıcam" dedim....

adam naapsın benim gibi gamsız yarışmacıyı yea, bide çıkınca ablamı aradım anlattım o adamla araları kılmış biraz, aramadı tabi adam beni, aslında her mülakatı farklı kişiler yapıomuş bendeki şansa bak te allaam... :)

neyse bu da işte dramatik hikayelerini anlattıkları için para kazanan insanların yarışmasına döndü zaten iyice, demek benden sonra stratı öyle verdiler, Fox tv deki hepten abartmış durumu, nerdeyse hastaneden yarışmacı bulup canlı bağlantı ile yarıştıracaklar... töbestafrullah !

29 Kasım 2011 Salı

The Thing


merhabalar sayın okur, bugünlerde biraz zor günler geçiriyorum... fizyolojik psikolojik vs vs...
geçen yıl tam da bu zamanlarda yaşadığım bir sıkıntı tekrar etti hatta geçen yıl aynı gün burada bahsettiğim, adını da Trevor Reznik sendromu koyduğum (makinist filminde uyuyamama hastalığına yakalanan karakter) bu rahatsızlık, yine tamda aynı tarihlerde nüksetti. çok garip değil mi ? aynı tarihte aynı sıkıntı... her neyse, yine uykum gelsin diye elimden geleni yapıyorum yine, filmler izliyorum tv de gündüz kuşağında izlediğim ne varsa gece tekrar geçiyorum yani...

geçen gece yine sırf uykum gelsin diye konusuyla çokta ilgilenmeden, hatta saçma olsun da sıkılıp uyuyayım diye özellikle açtığım bir filmden bahsetmek istiyorum...

the thing (şey)

film antartika da buzulların arasında bulunan bir canlının araştırılmasıyla başlayan olayları konu alıyor... bu şey yaklaşık 100 bin yıldır bir buz kütlesinin içinde hapsolmuştur. bir grup bilim adamı onu olduğu yerden çıkarır...

not: aslında yaratıklı filmleri hiç sevmiyorum ben, Alien tarzı filmler benim tarzım değil... yapay geliyor bana, birde bu yaratıklar bi şekilsiz bi tipsiz oluyorlar ki anlatamam. bari diorum; yaratık olsun hobi olarak yine olsun ama yakışıklı falan yapsınlar da izlenir kılsın biraz filmi...

neyse efenim bir kalıp buz içinde araştırma merkezine getirilen bu şey, birden gece yarısı buzu kırarak kaçar, bütün mevzu bundan sonra başlar işte, bu yaratık dokunduğu insanların bedenine bürünüp herkesi kandırabilme özelliğine sahiptir.
esasında atladığım bir şey var, bu yaratığın bulunduğu yerde buzulların 200 metre altına kadar uzanan bir çatlak oluşur ve o esnada o çatlağın altında kocaman bir uzay mekiği bulunur, bu yaratık muhtemel uzay mekiğinden çıkmış ve kurtulmaya çalışırken buz tutmuş ve hapsolmuş olduğu düşünülmektedir.

filmin kurgusu güzeldi ve sonuna kadar uyumadan izledim :)

yaratıklı olması dışında beni rahatsız eden birşey yoktu. bu arada The Thing 1982 yılında çevrilen aynı isimli diğer filmin başlangıcını anlatıyor... 82 yapımında gelişen olayların nasıl başladığını anlatan bir film, güzel kurgulanmış...

anlamadığım tek nokta: bu ecüş bücüş, kolu bacağı neresi, götü başı neresi belli olmayan o yaratıklar, insan üstü teknolojiyle üretilmiş o uzay mekiğini nasıl kullanıyorlar ki :/ ilginç :P

28 Kasım 2011 Pazartesi

dikkat ! bu post ağır tahrik içerir.



efendim, gecenin bu saatinde beni yazma aşkıyla yakan mevzu, artık tahammül edemediğim bir kaç şey...

bazı moda bloglarını takip ediyorum. her kadın kadar modayla ilgiliyim ( bazıları gerçekten fazla ilgili,ben o kadar değil) ve bu blogların içinde gerçekten çok profesyoneller de var... isim vermek istemiyorum şimdi... tabii ki çok acemiler de var, olsun, o da olabilir deil mi ? ama öyle olmuyor o iş işte...

hayatının önemli bir kısmında belirli bir tarzı olan biriydim ben, dinlediğim müzik, yaşayış tarzım, hayat felsefem vs. ne denir buna bilmiyorum... o dönem ki giyim ve tarzımı şuan asla eleştirmiyorum, çünkü eğer şuan yaşımdan dolayı garip görünmeyeceğimi bilsem hala aynı şekilde giyinmeye,yaşamaya devam ederdim... çoook memnundum o halimden çünkü... ama okuldan sonra iş hayatına girince ister istemez belirli ölçüde değişimlere uğruyorsunuz... ben normal insanlar gibi renkli giyinmeye işe başladıktan sonra, kadın gibi giyinmeye ise evlendikten sonra başladım diyebilirim...

fakat hiçbir zaman rüküş bir insan olmadım ben çok şükür :) benim annem çok iyi bir terzidir, ve annem bu işten ekmeğini kazanmış bir kadındır... çook bilirim taa nişantaşından müşterileri evimize kadar dikiş için, prova için gelirdi.... annem ilk gençlik yıllarımda hep bana çeşit çeşit elbiseler, etekler vs dikip giydirmenin peşinde oldu, ama dedim ya benim bir tarzım vardı ve belirli bir yaşa kadar o yoldan hiç şaşmadım :)

moda bende geç gelişen bir olgu yani, bu sebeple şimdi moda bloglarını takip ediyorum... hala kendi bildiğimi okusam da, değişik fikirler görmek hoşuma gidiyor, mesela 2 senedir evde duran ve nasıl giyeceğimi bilmediğimden dolaptan bana bakan zavallı jean gömleğimin bir blogda nasıl kombinlendiğini görmeyi seviyorum...

yalnız bizim moda bloglarının bazılarının bi takım kaygıları var, ve bu beni acayp sıktı artık :)

şimdi güzel giyiniyorsun, bişeyleri birbirine güzel kombinleyebiliyorsun demek, tasarım da yapabileceğin anlamına gelmez... moda tasarımıyla olmasa da reklam tasarımıyla alakalı bilgili biri olarak şunu söyleyebilirim ki, tasarım, yaratmak demektir, ve herkes uyumlu giyinebilir ama yeni bir şey yaratamaz... ve esas konu şu ki ; PİYASADA ZİLYON ADET BULUNAN DÜZ BİR TİŞÖRTÜN VEYA DÜMDÜZ BİSİKLET YAKA BİR ELBİSENİN ÜZERİNE ÇİÇEK YAPIŞTIRIP, YAKASINA DANTEL DİKİNCE O TASARIM OLMUYOR.... bundan cidden sıkıldım artık... etek kesimi, omuz detayı, yaka detayı vs ile bi fark yaratamıyorsan, zaten hiçbir esprisi olmayan bir elbisenin üzerine bişey dikerek, bir parça farklı renk kumaş iliştirerek olmaz o iş kardeşim OLMAAAAAAZ. her ne kadar çevrende egonu şişirip o kasıla kasıla koyduğun fotoların altına "ayy cınım harika olmuş buuuuuuuuu" diye yorum yapıyor olsalar da OLMAMIŞŞŞ... sen yine al çarşıdan pazardan, güzel güzel giyin kardeşim, hiç kasma" tasarım yapcem beaaan" diye. yine bişey yapma demiyorum hobi olarak gene yap, ama kendini bi Nur Yerlitaş, bi Dilek Hanif bi Tuvana Büyükçınar ilan etme, dikiş dikmeyi biliyorsan ancak bi Barbaros Şansal'sındır, o kadarı bile olabilsen yeter sana bokunu çıkarma gözünü seveyim yaa...

not: hayır bi de bu manyakların yandaşları var ki en tehlikelileri onlar, adam bu sıçtığım kıyafetleri satıyor ve bikaç sivrizeka da bunları alıyor mu allasen ! daha da bişyy demiyorum ben !

hepinizin moda anlayışına inat size en "ev hali fotomla" veda ediyorum :P

27 Kasım 2011 Pazar

my name is sayko

aslında ne kadan romantik bir poz değil mi ? ama şu psyko paint'i keşfettiğimden beri ben saykoya bağladım. basit bir program.. google chrome kullanıyorsanız kullanabilirsiniz fakat çözünürlüğü büyük bir fotoğraf yapmak istediğinizde "hooop , sökül pakalım paraları, sadece agaya beleş" diye bir ifade çıkıyor karşımıza. olsun ! ufak çapta eğlenmeceler için idare eder işte.

şu yukarıda görmüş olduğunuz poz bundan taaa 4 sene evvel çekilmiş bi poz... şimdi ne fark var derseniz, sadece saçlarımın rengi daha açık şuan... hiçbir değişiklik yok bende... kilom bile aynı vallahide... fotoğrafta sadece renklerle oynadım... psyko paint'in kötü tarafı da her oynadığınız fotoyu kaydettikten sonra sağ alt köşesine program adını yapıştırması olmuş... sanki çok bi iş olmuş gibi. hıh... vazgeçiyorum sevmedim... hıh !

24 Kasım 2011 Perşembe

zavallı açlık sınırındaki ben !


sanırım artık iyileştim...
yani sabahları konuşunca ses tellerimden çıkan çift ve çatlak sesi saymazsak pek bir şeyim kalmadı.
hastalıkla beraber sigarayı da bıraktım... aslında sigara içmem yıllardır yasak, ara ara bıraktım 1 sene 1 buçuk sene gibi aralar verdim ama istikrarı yakalayamadım... bu kez bırakmış olmak için bırakmadım aslında, hastayken içtiğim sigaranın dumanının nereme gittiğini hissedemeyince ve ağzımın içinde genzimde yanık bir tat bırakınca içemeyeceğimi anladım... sonra 1, 2, 3, 4 gün derken "bir daha içmiim ben bu zıkkımı" diye bi karar aldım kendi kendime. bu gün 10. gün oldu. içersem ayıp olacak artık.

anneme sigarayı bıraktığımı söylemedim, ben hastayken ziyaretime geldi hiç içmedim ama farketmedi bile, sanırım hasta olduğum için içmediğimi sandı.

en yakın arkadaşıma da söylemedim, en yakın arkadaşım sigara içmiyor, sigaradan nefret ediyor hatta o, kola, çay, alkol bile içmiyor. o halde çayın tiryakisi ve alkol de kullanan biri olarak nasıl hala en yakın arkadaşım olduğuna inanamıyorum :D

bakın aklıma ne geldi, ben taaa bekarken arkadaşlarımla buluşup bazen bikaç bira içerdik nevizade de ve çoğu zaman dönüşte ona giderdim, genelde eve yetiştiğimde çok sıkışmış olur ve zile basıp merdivenlere otururdum. o kapıyı açtığında beni merdivenlerde otururken görünce "yine mi içtin seeeennn" diye bana alkolik koca muamelesi yapardı... asla hiçbir zaman o kadar alkolik olmadım ben. kendisi hayatı boyunca 1 kadeh bile içmediği için ona 2 bira alkolik olmaya yetecek ölçüde gelirdi hep :)

neyse, ne anlatıyordum ben... sigarayı bıraktım evet...

hayatım boyunca (ergenlik dönemimde çok kısa bi süre hariç) hep 55 ile 58 kilo arasında gidip geldim. 58 kilo size çok gelmesin şimdi benim boyum 1.78 yani 58 kilo iken bile 36-38 beden aralığındayım. ve 55 kilo olduğum zamanlar ise aynı afrikalı somalili çocuklar gibi kemiklerim sayıldı, insanların acıyarak baktığı, her gördüğünde bi değişiklik olmamasına rağmen "aa sen yine mi zayıfladın" dediği biri oldum... aslında ben aynaya bakınca yinede hep kocaman bir popo görüyordum, kalın bacaklar görüyordum. vs vs... ama yinede etki altında kalıp kilo almaya çabalıyor ve bırakın kiloyu gram bile alamıyordum...

hayat boyu tek öğünle beslenebilirdim, açlık hissetmezdim. bana ne olduysa hastayken oldu arkadaş... daha 2 gün önce sigarayı bıraktım diye "yaa simonecim bende bırakıcam ama kilo alırım diye korkuyorum" diyen arkadaşıma "aa valla hiç kilo falan almadım ben. hatta ne zaman sigarayı bıraksam daha çok kilo veriyorum" demiştim... bu kız bana ah mı etti naptı, şimdi her akşam "çikolata yemesse ölecek" hastalığına yakalanmış gibi çikolata krizine giriyorum. yemek masasından kalkıyorum çayla ıvır zıvır yiyorum çay bitio meyve, meyve bitio yine ıvır zıvır, her akşam 1 adet o kocaman kare ülker çikolatadan yemessem gece uykularım kaçıyor... ne oluyor böyle anlamıyorum... şuan tüm bu yazıları yazarken aklımda olan tek şey üstü yoğurtlu makarna :S

bu durumdan şikayetçi değilim henüz. bak henüz diorum çünkü böyle giderse sürekli kilo alır alır ve stüdyodan bozma evimize sığamayabilirim :/ yıllarca kilo almak için atmadığım takla kalmadı ama şimdi sigarayı bırakınca birden iştahım açıldı :/ işin kötüsü "asla sigara bırakmak kilo aldırmaz" diye referans olduğum arkadaşım bu yazdıklarımı okursa ayvayı o zaman yicem :/

dün gece yatmadan önce tartılayım dedim, gözlerim yuvalarından fırlayacaktı. 60.4 kilo gösteriyordu, sabah kalkıp tekrar çıktım tartıya bu kez 58.6 gösteriyor ? yani uyurken neredeyse 2 kiloya yakın kaybetmişim :D böyle saçmalık olur mu ? hayır hayır tartıldıktan sonra tuvalete falan da girmedim, sadece uyudum yahu... çok garip geldi bana. bu olayı test etmek için bu gece ve yarın sabah tekrar tartılacağım... hedefim 63 kilo. eğer 63 kilo olusam ve o kiloda sabit kalabilirsem daha sağlıklı görüneceğim.

geçen yaz internette bi kilo kontrolü sitesi buldum, kilonuzu ve boyunuzu yazıyorsunuz size olmanız gereken kiloyu söylüyor.. oraya boyumu ve kilomu yazınca kırmızı bir yazı yanıp sönmeye başladı "açlık sınırındasınız, derhal bir uzmana başvurun" :) gülsem mi ağlasam mı bilemedim... olmam gereken kilo ise 70 küsür civarı bişeymiş... :D yani benim bir dev olmamı istiyordu site, ama ben 63 kiloyu kafi buluyorum...

20 Kasım 2011 Pazar

the fourt kind


uzuuunca bir film arasından sonra tekrar merhaba sayın okur ! türkiye'nin içinde bulunduğu durumu izlemekten, film izlemeye fırsat bulamadık bir süre... neyse ki hayat yavaştan türkiye için normale dönüyor... benim için ise durum aynı :) ama yine de görev beklemez ve film izleyip aktarmaya kaldığım yerden devam etmeli :)

bu film hakkında söylenecek çok şey var aslında... dün akşamdan beri anlatıp anlatmamakta kararsız kaldım... ama bu blogun amacı sadece filmleri olduğu gibi aktarmak değil, kopyala yapıştır hiç değil... ben burada tamamen filmin konusu dışında kendi fikirlerimi de paylaşıyorum.

film kesinlikle önerilecek bir film, yani asla kötü bir film değil, oyunculuk bakımından çok fazla eleştiremiyorum çünkü konu o kadar ilgi çekiciydi ki oyunculuğa odaklanamıyorsunuz...

yıllardır klişe korku filmleri izleyip duruyoruz, artık izleyici kormak için daha gerçekçi şeyler daha farklı senaryolar görmek istiyor. yapımcılar da bunun farkında ki, filmin başında başrolde dr. Abigail Tyler'ı canlandıran Milla Jovovich ekranın önüne geçip aynen şöyle diyor;

- Ben Milla Jovovich bu filmde Dr. Abigail Tyler'ı canlandırıyorum, film 1989 yılında Alaska'nın Nome bölgesinde yaşanan gerçek bir olayı anlatmaktadır, bazı kişilerin isim ve meslekleri değiştirilmiştir. filmde yaşanan olayın bazı gerçek polis ve doktor kayıtları kullanılmıştır. vs vs vs.

sonra film başlıyor, anafikir uzaylılar gerçekten var mı ? yok mu? filmde anlatılan ve gerçek kayıtlarda paylaşılana göre uzaylıların gerçekten var olduğu ortada. hatta doktor'un aniden ortadan kaybolan ve şimdiye kadar bir izi bile bulunmayan küçük kızını da bir polis kamerasının kaydına göre uzaylılar kaçırıyor.

yani film boyunca kurgunun yanında size gerçek görüntüleri de sunuyor, polis kamerasına gelen görüntüler, psikoloğun seans esnasında kaydettiği kamera kaydı. yine gerçek Abigail Tyler'ın ses kaydı yaptığı esnada kasede farkında olmadan kaydettiği garip anlamsız konuşma sesleri, bunların hepsini bize gösteriyor.... ayrıca gerçek Abigail Tyler'ın film boyunca bir üniversite ile yaptığı programdaki anlatımıyla devam ediyor film, yani gerçek doktor filmi anlatıyor ama Milla Jovovich canlandırıyor gibi.

filmde kurgunun yanında gerçek görüntüler de gösterildiğinden film izler gibi değil de belgesel izler gibi izliyorsunuz... bu açıdan çok güzel.

şimdi sadede gelelim, film sadece film olarak yapılsaydı tabi ki bu kadar ilgi çekmeyecekti 10 milyon dolar maliyet karşısında 25 milyon dolar gişe de yapmayacaktı, sıradan korku filmleri kategorisinde kaynayıp gidecekti, gerçek görüntüleri kullanmak (veya gerçek olduğuna inandırılmaya çalışılan) çok yerinde bir pazarlama mantığı olmuş, amacına ulaşmıştır, yapımcılar filmin gerçekliğine inandırmak için bizimle sadece gerçek görüntüleri paylaşmışlar ama bir noktayı atlamışlardır elbet diye düşünüyorsanız bu konuda da titiz davranılmış, gerçekten böyle bir doktor var mı diye araştırıldığında gerçekten var olduğuna şahit oluyorsunuz, doktorun kendine ait bir sitesi alaska psikologlar birliği sitesinde de yine adının geçtiğini görüyorsunuz, işte araştırmanızı burada noktalandırırsanız filme gerçekten inanır, hatta uzaylıların sizi kaçıracağı günü çaresizlikle beklemeye bile başlarsınız, ama hayır, bu iki internet sitesininde (abigail tyler ve alaska psik. birliği) domain adreslerinin, film gösterime girmeden 1 ay önce alınmış olması sizce de garip değil mi ? hadi onuda geçelim de gerçek doktor Abigail diye gösterilen görüntülerdeki kadının, aslında Charlotte Milchard adında bir aktris olması garip değil mi ?

neticede böyle bir olayın asla yaşanmadığı ve filmin tamamen kurgulardan ibaret olduğu araştırmalar sonucu ortaya çıkıyor, iyi ki de çıkıyor çünkü öyle ir olay gerçekten yaşanmış olsa şuan hala "yusuf yusuf " durumunda benide "uzaylılar ne zaman kaçıracak diye bekliyor olurdum" :)

yine de izleyin değişik olur :P

onu bunu geçelim de filmde inandığım tek nokta sümerlerin dehşetengiz yaşayış biçimleri. araştırmaya değer bence, hatta hafta arası kitapçıma gidip bununla alakalı kitap dergi vs ne varsa toplamayı düşünüyorum...


15 Kasım 2011 Salı

oy anam oyyyy

akşam aktardan kuşburnu ve zencefil aldık sevgiliyle.

kuşburnu tek başına zencefil ise ıhlamurla kaynatılacak. akşam yemeğinden sonra kuşburnunu kaynattım, kekremsi bir tadı oldu, 1 fincandan fazla dayanamadım eziyetine. şimdi zencefil ve ıhlamuru kaynatıyorum... neden normalde marketten alıp, yiyip içtiğimiz şeylerin orjinalini alınca tadı asla benzemiyor ? mesela ıhlamurun da hazır olanını sevmiyorum ben...

eczaneden de soğuk algınlığı ilacı ve burun spreyi aldık onları daha kullanmadım... yani uzun lafın kısası ben, 2 yıl aradan sonra ilk kez şifayı kaptım.

durumum iyi, yani ayakta duramayacak halde değilim, ama burnumun yanması ve sürekli gıdıklanması beni deli ediyor...

hasta olunca canım çok afilli şeyler istiyor, mesela milkshake !

aktardan ve eczaneden sonra milkshake almaya gittik, çilekli istedik makinada arıza varmış, adam "vanilyalı ister misiniz" diye sordu ben "tamam" dedim, sevgili, "çikolatalı olsun" dedi. vay anan baban ! çikolatalı da bozukmuş iyi mi ? içmeseydikte olurdu aslında ama illa ki içecez, ona da razı olduk... ve zaten hasta olan ben, kocaman bir milkshake'i soğuk demeden lüüüüp diye bitirdim...

eğer bunun neticesinde, hastalığım iyiye giderse insanlara hastayken milkshake içmelerini önerebilirim ...

aslında ben size ne diyecektim nereye geldi konu, bir film anlatıcam size ama görüldüğü gibi kafam hastalıktan mütevellit bi hayli karışık, zırvalayıp duruyorum... toparlayayım, anlatıcam.. söz...

14 Kasım 2011 Pazartesi

gayrı resmi simone


vesikalık fotoğraf çektirmem gerekiyordu ve bir takım evrak işi...

fotoğrafçılardan nefret ederim, bir dönem stüdyo fotoğrafçılığı yaptığım halde.
spotların altında flaşların karşısında ışıktan yüzünü göremediğiniz biri size komutlar verir "başını sağa doğru biraz eğermisin, yok yok çok eğdin kaldır biraz, yok yok sola doğru azıcık daha" bir türlü o doğru noktayı tutturamam ben, tutturan olduğunu da sanmıyorum... "biraz gülümseyelim, olmadı dişleri gösterelim"
bu fotoğrafçı milletini memnun etmek mümkün değil ben anladım, başını eğ der memnun kalmaz, sırıt der memnun kalmaz, halbuki sadece bir fotoğraftır istediğin, bazı resmi işler için kullanılacak, ne sırıtmanı beklerler o fotoğraflarda ne de artistik pozlarla objektife bakmanı...,
ben fotoğraf çekerken en sevdiğim, pasaport fotoğrafı çekmekti, çünkü hiçbir komut vermene gerek yoktur. insan olduğunca doğal, tam karşıdan çekilmiş abartısız, fonsuz çıkmalıdır... tek detay fotoğrafın boyutudur...

neyseki fotoğraf işi halloldu, fotoğraflar çıkana kadar diğer evrak işlerini halledeyim dedim, bir nüfus cüzdanı fotokopisi istendi gittiğim yerde... köşede kendi halinde, sessiz ve ürkütücü görüntüsüyle bekleyen fotokopi makinasını gösterdiler... başına gittim, eveeeeeett, işte şimdi o aslında çok basit olan, ama hiçbir yerde hiçbir zaman öğrenme gereği duyulmayan önemsenmeyen görevin başında bekliyordum... fotokopi çekmek !

sağıma soluma baktım etrafta kimseler yok, makinanın hemen arkasından bir karanlığa doğru uzanan kapıdan kafamı uzatarak seslendim, "kimse yok mu? " içeriden orta yaşlı bir amca efendi "buyur yeğenim" dedi... muhtemelen oranın çaycısı ( örgü süveterinden anladım)
"şey fotokopi çekecektim de ben, yardımcı olurmusunuz? " adam yüzüme, sanki "cumhuriyeti kim kurdu" sorusunu bilememişim gibi bir eda ile baktı bir süre...

ne var yani fotokopi çekmeyi bilmemeyi de , bilmediğim için utandığım ama saçma olan işler listesine mi eklemeliydim ? (bknz: ıslık çalmak)
elimden bir hışımla nüfus cüzdanını kaptı ve sanki kainatın sırrını çözüyormuş edasıyla, bir de gözüme soka soka önce "1" tuşuna sonra da "copy" tuşuna bastı ve çıkmasını bile beklemeden gitti.... utanmalı mıydım ? bilmeli miydim ? ayıp mı etmiştim ? belki makinayı inceleme zahmetine girsem çözebileceğim kadar basit olan bu işi, sırf başka bir yere ait olduğu ve yanlış bir şey yapıp karıştırmak istemediğim için suçlu muydum ?
çıkan kağıdı aldım ve gişeye doğru gittim... memurla aramda, minnacık bir penceresi olan cam duvar vardı ve memur, olabildiğince kısık sesle konuşup sanki bana işitme testi uyguluyordu, her söylediği şeye "efendim" diye kulağımı biraz daha cama yapıştırarak cevap verdiğim için git gide bana siniri yükseliyor, ama bir daha tekrarlanmaması için daha yüksek sesle ve yüüme bakarak sormayı akıl edemiyordu.... gerildim, terledim, karnıma ağrılar girdi, çünkü o gerildikçe bende geriliyor ve gerilmiş bir simone'nun ne denli tehlikeli olabileceğini bilmediğinden, dolayısıyla başına geleceklerden habersiz, mıymıymıy konuşmaya devam ediyordu...
bir kazaya yol açmadan işleri bitirip arkama bakmadan oradan uzaklaştım ( böyle durumlarda kendimi Leman dergisinde, Kaan Ertem'in çizdiği "zıçan adam"a benzetiyorum)

fotoğraflar çıkmıştır artık değil mi ? evet çıkmıştır gidip almalı. dünyanın en sahte gülücüklerinin atıldığı yerler fotoğraf stüdyoları bence, içeri girer girmez bana sırıtarak bakan 4 adet göze bende sırıtmak zorunda hissederek kasaya doğru yaklaştım... hemen fotoğraflarımı çıkarıp verdiler... zarftan nasıl göründüğüne bakmak için çıkardığımda aklıma ilk düşenler şunlar oldu

bir gazetenin 3 sayfasına haber olsam, "vah vah ne kadar hayat dolu gülmüş, ama bakın gözlerinde bir hüzün var" denilebilecek sahtelikte, yıllıklarda ise "aman tipe bak hep zaten böyle yapmacık yapmacık sırıtırdı" diye dedikodusu yapılabilecek kalitede. ama asla ve asla devlet dairesindeki işi görmeyecek ciddiyette bir fotoğraf olmuştu...
maalesef amacına hizmet etmeyen fotoğraflarımı aldım ve oradan da arkama bakmadan uzaklaştım...

şimdi fotolarım çekildiği günden beri zarfında beklerken ben çook eskilerden çekilmiş daha resmi bir fotoğrafımı bulup işimi gördüm...
ve bir daha çok mecbur kalmadıkça asla vesikalık fotoğraf çektirmemeye karar verdim....

11 Kasım 2011 Cuma

başka ülkenin insanı olmak

başka bir ülkenin insanı olmak, yaş ilerledikçe çocukken hayali kurulan o masal ülkeye aslında hiç gidemeyeceğini bilmektir....

ormandaki ağaçlara bakıp, hiç görmediği ülkesinin ormanlarını hayal etmektir...

çocukken sadece kendi evinde duyduğu ana dilinin, aslında ülkesinde sokaklarda konuşulduğunu bilmek ve mutlu olmak demektir...

sadece resimlerini gördüğü ülkesine bakarken gözleri dolmaktır...

hep bir yanı eksik olmaktır...

kendi kültürü ve yaşadığı ülkenin kültürü arasına sıkışmadan yaşamaya çalışmaktır...

ülkesine gidemeyeceğini bilse de hep ümit içinde olmaktır...

ve savaştan sürülmüş bir halkın torunları olarak tek iyi yanı, Türkiye de dünyaya gelmektir...

ne mutlu Türk olana değil "Ne Mutlu Türk'üm Diyene" diyebilmektir....

ve "Ne Mutlu Türk'üm Diyene" demek,

Başka bir ülkenin insanı olsam da Atatürk'ü saygıyla anabilmektir


ülkemden uzakta dünyaya gelmek benim kaderimdi, ailemin kaderiydi... bir tarafım o toprakları görmek kokusunu içime çekmek, çıplak ayakla çimlerin üzerinde gezmek istese de, artık benim evim, vatanım Türkiye'dir....