20 Eylül 2011 Salı

geçecek hepsi geçecek


uzun bir aradan sonra merhaba tekrar...
çok zor birkaç gün geçirdim... geçtiğimiz haftalar sıkıntılı geçti... açıkçası son 2 ay bi hayli sıkıntılı geçiyordu zaten... geçen hafta sonu da babamın düşüp kolunu kırması herşeyin üstüne geldi... hastaneye gittiğimde onu öyle görünce artık kendime hakim olamadım... gözyaşlarım sel oldu aktı... velhasıl doktorun sadece bir kol kırığı için müşahade altında kalacak demesi canımızı daha da sıktı, babam, kırılan kemik damara baskı yaptığı için her an ameliyat olabilme şüphesi üzerine 2 gün hastanede kaldı... o 2 gün boyunca gördüklerim daha çok şükretmeme sebep oldu... bi nevi aklımı başıma getirdi diyebiliriz... bulunduğumuz yer acilde olduğundan hemen hemen 15 dk da bir ciddi bir vaka ile yüzyüze kaldık... kazalar, hayatını kaybedenler, ağır hastalar....

mesela yüksek bi yerden düşüp belini kıran benim yaşlarımdaki bir kızın belkide bi daha hiç yürüyemeyeceğini bilmemesi, kızını trafik kazasında kaybeden bir kadının bağırışları... "allah'ım sana yüzlerce kez şükürler olsun" dedirtti bana...

daha 1 ay önce de abim parmaklarını kırıp ameliyat oldu... üzerimizde dolaşan bu kara bulutları savmanın bir yolu olmalı, allah daha beterinden korusun...

şimdi herşeyi geride bırakıp yarın sabah uçağa atlayıp bir haftalığına uzaklaşıyoruz buradan... bu seyahat her ne kadar tatil amaçlı olmasa da buralardan biraz kopmak umarım iyi gelecektir

şimdi gelelim işin sancılı kısmınaaa ; ben yarın sabah yine uçağa nasıl biniceeeeeeem :(

senede en az 6 kere mecburen uçağa binmek zorunda olan bir insanım ve uçakla yolculuktan nefret ediyorum... çünkü deli gibi korkuyorum... ama başka bir yolu da yok bunun... ne zaman uçakla bi yere gideceğim kesinleşse 1 ay öncesinden gerilmeye , uykularım kaçmaya başlıyor... dün gece de abuk sabuk rüyalar gördüm yine, boğaz köprüsünden geçerken bile hatim indiren biriyim ben... ne olur benim için bol dua edin... hem şu karabulutlar gitsin başımdan hemde yarın ki 1 saat 45 dk lık yolculuk sorunsuz geçsin...

döndüğümde artık güzel haberler vermek ve güzel haberler almak dileğiyle... hoşçakalın....

17 Eylül 2011 Cumartesi

ne varsa eskilerde var :)



tamam yenilerde de çok güzel müzik yapanlar var, ama şu şarkıyı bi dinleyin allah aşkına... sizi de alıp götürmüyor mu... ne güzel ne naif ne şeker bi şarkı... çok seviyorum ben..

16 Eylül 2011 Cuma

50. izleyicimin şerefine :)

blogum müthiş bir hızla (!) 50. izleyiciye doğru gidiyor :P
blogger ile olan maceramızda 1 yılı geride bıraktık... zaman zaman film anlatımlarıyla, zaman zaman güncel konularla 1 yılı beraber paylaştık... ağır ve emin adımlarla ilerleyen izleyici sayım 50'ye 3'kala aklıma bir fikir geldiiiiiii...

sevgili sinemasever blogger arkadaşlarım 50. izleyicime yanda film etiketi altında bulunan filmlerden kendi seçeceği 6 adet filmden bir divx oluşturup yollamaya karar verdim. :) benden bir anı olarak saklasın, hemde en beğendiği filmleri arşivine eklesin diye :)

peki ya 50 den öncesi ? onlarda üzülmesinleeeer... artık blog için farklı şeyler de yapmaya karar verdim... izlemeye devam edin... 50 den sonra eğlenceli, hediyeli postlarla geri dönüceeem :)

bir sır : 2 ekimde kuruçeşme arena da gerçekleşecek serdar ortaç konserine 2 bilet var elimde, sanırım ben kendisinin hayranı olmadığım için gitmeyeceğim... acaba kim gitse ?

14 Eylül 2011 Çarşamba

millet olarak biz


twitterdan az evvel saydırdığım halde hızımı alamadım... hani bi önceki yazımda sınırlarıma ne kadar dikkat ettiğimi ve o sınırların içerisine kimsenin izinsiz girmesinden hoşlanmadığı anlatmıştım ya, işte bu da ona benzer bi mevzu...

bugün 14 eylül... yani sevgiliyle benim tanışma yıldönümümüz... 2008 yılında bugün tamda mustafa amcanın orada tanıştık... hayır aslında fiilen olmasa da birbirimizi tanıyorduk... fakat bir ders çıkışı arkadaşlarla her zaman gittiğimiz mustafa amcanın oraya çay içmeye giderken fransız konsolosluğunun önünde sevgiliyle karşılaştık... bir anda diğer arkadaşları satarak onunla mustafa amcaya doğru gittiğimizi farkettim :) mustafa amca tünele doğru giderken sağda kalan aradan geçince hemen oradaki aralıkta bi çay ocağı... her ders çıkışı mutlaka uğradığımız, (uğrama sebebimiz tamamen en taze çayı onun demliyor olması) kafa dinlediğimiz yerdi orası... ve sonra kocamla birbirimizi ilk orada tanımamız, ondan bir yıl sonra da orada evlilik teklifi almam mustafa amcanın çay ocağını benim için özel yaptı... bi karar verdik sonra her yıl 14 eylül de orada olacaktık... geçen yıl da gittik ve bu yılda adeti bozmayalım dedik...
gittik gitmesine de, aman allahım o ne kalabalık, o ne hengame ? herkes bir tabure boşalsın diye ayakta bekliyor... sanki bağdat caddesinde bir cafe, ya da etilerde bir yer gibi... rezalet ! alt tarafı sıradan bir çay ocağı, alt tarafı sadece çay demleyen bir çay ocağı, tabureleride son derece rahatsız üstelik... bok mu var da, benim mustafa amcamın mekanını lucca ya çevirdiniz, popüler bir mekan haline getirdiniz? popüler olacak neyi var ki? ıhlamur bile yok lan orada. bırakın öğrencilere orayı gidip adam gibi çay içebilsinler, mini şortlu, mini elbiseli burjuva tipler... gidin az ötede starbucks var, midpoint var ne bilim gloria jeans var... ama mustafa jeans'i bari bakir bırakın lan... oranında ırzına geçmeye ne gerek var... benim için özel bi yeri olduğu için sadece senede 1 kere gittiğim bir mekan orası... lanet olsun cehennem moda olsa oraya da gitmek için sıraya girersiniz... !

komşu fobisi


aslında düşündüm de komşuluk yapmaktan deli gibi korkuyorum... çocukluğumda yaşadığım travmalar buna sebep... hani hep derim ya, bir köyde büyüdüm ben diye, işte o köyde herkes birbirini tanırdı, bir tek bizim aile yabancıydı ilk zamanlar, ee tabi sıcakkanlı (!) komşu kadınların annemi çemberlerine almaları uzun sürmedi... annem terzi benim... haftanın neredeyse 5 günü dikiş kursuna giderdi, orada da edindiği bi takım arkadaşları vardı tabi, zamanla o köy büyüdü büyüdü kalabalıklaştı, hem zaten biz taşındığımız yıl belediye olmuştu, ama adı köy işte :)

neyse konu dağılmasın, 20 sene yaşadık orada. haliyle oranın yerlisi gibi olmuştuk, sokağa çıktığımda manava, bakkala, karakola, eczaneye, börekçiye, dondurmacıya selam vermekten, evin hemen 20 mt ilerisindeki minibüs durağına ulaşmam yarım saat sürüyordu... sokağa çıkıp eczaneye gitsem. akşama komşular gelip "hayırdır sizin evde hasta mı var ? bugün simone eczaneden aferin almış" gibi muhtemel sorulara maruz kalabiliyorduk... okuldan yorgun gelip çantamı fırlatıp şeker kız candy izlemeye oturduğum anda bi komşu çat kapı gelip, ben çizgi filmimi izlemeye çalışırken laklaklak annemle konuşmaya başladı mı heyheylerim tepeme çıkıyordu...
sanırım ben biraz keyfine düşkün bir insanım... öyle çok çatkapı misafir komşu vs seven biri değilim... kendimle ailemle kalmayı çok seviyorum... komşularla olan münasebet benm için merhaba dan öteye geçmemeli :D mesafeyi hep koruyorum... zira evde pijamalarımla otururken çat kapı biri geldiğinde bana " aaa sen daha yeni mi kalktın" demesinden hiç hazetmem... yeni kalktıysam kalktım kardeşim sanane yahu ! çok temkinli bir insanım ben... evim dağınıkken veya ben dağınıkken biri gelecek diye çok korkarım... kapımdan dışarı çıktığımda kimseye hesap vermek istemem... komşunun bana "hayırdır nereye böyle" demesine de acayp kıl olurum. evimin etrafında görünmeyen bir kalkan var ve kimse o kalkan dan içeri geçsin istemem... bana misafir gelecekse mutlaka önceden haber vermeli... hayatım hep tedbirli planlı geçiyor benim... bir misafir gelecek diye kocamla veya ailemle yaptığım plandan asla caymam... işim var derim, kabul etmem... emirvakileri sevmem...

bu demek değil ki misafir sevmeyen bir insanım... aslaaa ! çok severim misafiri aksine... ama davetsiz olanı değil... :) önceden haber versin canımı yesin... :)

çocukken yoğun komşu trafiğinden dolayı belkide böyle bir fobim gelişti :P bu gün evde otururken dışarıdan biri sanki benim adımı sesleniyor gibi geldi ve o an bütün tüylerim ürperdi... sonra da burada beni kimsenin tanımadığını hatırlayıp rahatladım :D

annem bile bu huyumdan dolayı habersiz gelmez bana :)

(bu arada annem 3 haftadır bursadaydı onu çok özledim dün istanbul'a döndü şükür, yarın gayet habersiz çat kapı gidip hasret gidericem ) :)

9 Eylül 2011 Cuma

sinemanın EN leri

aşağıda yazacaklarım tamamen benim için geçerlidir... siz de kendi blogunuzda bunlara yer verebilirsiniz...

1. En iyi yönetmen : tek bir yönetmene en iyi demek doğru olmaz, bu aralar benim için en iyisi alejandro gonzales innaritu, ama sanırım gelmiş geçmiş en iyi yönetmen Stanley kubrick

2. En iyi senaryo : hani böyle ağzımı düşüren, beni resmen şoka sokan gerçekten testere serisinin ilk bölümüdür... sonrası için aynı şeyi söyleyemem...

3. En iyi erkek oyuncu : kesinlikle Jack Nicholson, yeni nesilden de sanırım en çok Javier bardem, Edvard Norton, Johnny depp

4. En iyi kadın oyuncu : Helena Bonham Carter, Natalie Portman

5. En iyi film : işte buraya tek bir film yazmak gerçekten zor... arasında seçim yapamayacağım çok film var, ama aklıma ilk gelen V For Vendetta

6. En iyi animasyon : Mary and Max ve Coraline

7. En duygusal film : Yeşil yol... film bittikten sonra sinemadan bi süre çıkamamıştım gözlerim kıpkırmızıydı çünkü :)

8. En korkunç film : o kadar çok korku filmi izledim, o kadar da severim ama Paranormal Aktivite yi izledikten sonra bi süre geceleri zor uyudum :)

9. En gerilimli film : izlediğim dönem Telefon Kulübesi'nde çok gerilmiştim...

10. En görsel film : Avatar. aksini söylemek mümkün mü ?

11. En komik film : yahu ben komedi filmlerine çok gülemiyorum ama Hangover'ın sonunda gülmekten karnım ağrımıştı :)

12. En iyi kitap uyarlama : bütün kitapları okumadığımı varsayarak okuduklarım arasında en en en iyisi kesinlikle Stephen King'in Sis adlı kitabından uyarlanan, Öldüren Sis'ti... ve bir de Melekler ve Şeytanlar :)

13. En etkileyici sountrack : Pan's Labyrnth soundtrack'ini şimdi dinlediğimde bile içim ürperiyor, gözlerim doluyor... ve tabi Eternal Sunshine Of The Spotless Mind'ın soundtrack'leri unutulmazdı :)

14. En iç acıtan hikaye : kesinlikle The Pianist

15. En romantik film : Göl Evi, The Notebook

16. En fantastik film : AngelA :)

şimdilik aklıma gelenler bunlar... aslında ne bu liste biter ne de her satıra tek isim konulabilir. :)

ben sizin EN lerinizi merak ediyorum şekerim :)

mother and child


dizi sezonu açıldı... artık bana malzeme çoook... ama film aktarmaya devam edicem telaşa mahal yok :D

dün gece izlediğim son innaritu filminden bahsetmek istiyorum... aslında baya film izledim ama inanın artık filme çok hayran kalmadıkça yazasım gelmiyor :)

innaritu filmi dediysem bu kez yönetmen veya senarist değil, yapımcı kendisi... ama eli neye değse canını yakıyor insanın :(

mother and child, yani türkçe adıyla "anneler ve kızları" tam bir kadın filmi... alın annenizi yanınıza oturtun beraber izleyin... anneniz uzaktaysa ya da dilime almak bile istemiyorum ama :( hayatta değilse izlemeyin derim... zira şuan annemin uzakta olması bile filmi izlerken beni acayp etkiledi...

14 yaşında anne olan bir kadın bebeğini evlatlık vermek zorunda kalır ve onu bir daha hiç görmez... 38 sene boyunca ne evlenir ne de başka bir çocuk sahibi olur. yaşlı annesiyle yaşar... kızını hiç görmemiş bir anne olan Karen aslında hayatının merkezinde kızının olduğunu annesi öldükten sonra farkeder. hayatını hep ertelediğini, kendini ifade etmekte ne kadar zorlandığını, dış dünyaya ne kadar kapalı olduğunu farkeder... ve kızını aramaya onu bulmaya karar verir...

diğer taraftan Elizabeth 38 yaşına gelmiş evlatlık verildiği ailesinde de çok mutlu olamamış erkeklere, çocuklara ve aile olmaya kesinlikle karşı. aynı hiç görmediği annesi gibi içine kapanık ve kopuk bir hayatı yaşamaktadır... taa ki tek gecelik ilişkilerinde birinden hamile kalana kadar...

filmde birbirinden bağımsız birkaç hayatın nasıl kesiştiğine de şahit olacaksınız... çocuk sahibi olmak istemeyenlerin de , çocuğu olanlarında mutlaka izlemesi gereken bir film... pişmanlıkların, geç kalmışlığın filmi...

sonuna geldiğinde çok ağladım ben... belki siz ağlamazsınız ama bana çok koydu bu filmin sonu... annemi taparcasına sevmeme rağmen hiçbir zaman ona layık olamadığımı düşünürüm... belki bu yüzden belki de ben çok hassasım bilmiyorum... ama yine ağlattı beni innaritu...

6 Eylül 2011 Salı

facebook sen nelere kadirsin !


geçenlerde evde sevgili kocam kola içerken kola şişesine baktııııım baktııım ve aklıma gelen şeyi aynen ona aktardım... konu şöyle gelişti ;

- biliyormusun ilkokulda çok fakir bir arkadaşım vardı, aynı sırada oturuyorduk, aynı sırada 3 çocuk oturulan dönemlerdi... (bu arada bi köy okuluydu benim okulum, ve çevredeki köylerde okul olmadığından bütün çocuklar bizim köye gelirdi okumak için) bu arkadaşımın ailesi deniz kenarındaki villalardan birinde bekçilik yapıyordu... çok fakirdiler, yani okul aidatını veremezlerdi bazen... sanırım 5 kardeştiler tam emin değilim, ama sonra en küçük kardeşiyle de dersanede aynı sınıftaydım ve çok zeki bi çocuktu...
neyse bu arkadaşım ilk okula giderken birgün çantasından küçük yeşil plastik bir şişe çıkardı, "içermisin" diye bana uzattı, üzerindeki etiket veya her ne ise koparılmış bu şişenin içinde ne olduğunu merak ettim... "kola" dedi, şaşırdım doğrusu, çünkü o şişenin kola şişesi olmadığı apaçıktı... şaşırdığımı o da farketti ve başladı anlatmaya...

bunların villanın sahibi daha yazın kışlık evine dönmeden evvel bir şişe kola alıp vermiş bunlara, annesi aylarca onu saklamış, birgün bi misafir gelirse ona ikram etmek için... ve sonunda bir misafir gelmiş evlerine kola ikram edildikten sonra, kalanı bu küçük yeşil şişelere bölüştürüp kardeşlerine okula giderken beslenmelerine koysunlar diye vermiş...

aylarca bir misafir gelirse diye saklanan kolanın, fakirliğin vahimliğini gözler önüne sermesi ne ironik gelmişti o zaman, hem garipsemiş hem çocuk aklımla komik bulmuştum... anneme anlatınca üzülmüştü o da, bazı küçülen kıyafetlerimi falan vermeye başladık sonra... neyse esasında zengin bir köydü öğrencilerin arasında belkide tek fakir olan o arkadaşımdı, diğer arkadaşlarımın çoğu büyüyünce yurt dışında okudular desem kafidir heralde... aklım başıma geldikçe ben büyüdükçe, yıllarım o arkadaşıma acıyarak üzülerek geçti.

sadede geleyim... şimdi ben bunu neden anlattım ? az önce facebookta bu arkadaşımı gördüm ben, yıllar geçti çoook uzun yıllar, ve bu arkadaşım 2 üniversite okumuş, gayet şık bir iş kadını olmuş, üzerinde minik siyah çeketi dar gri kısa elbisesi siyah topuklu ayakkabılarıyla bi takım gravatlı gömlekli beyler eşliğinde havuz kenarında gayet resmi pozlar vermiş ! bi de kendime baktım, üzerimde picamalar saçlar ev hanımı topuzu hemen yanıbaşımda kocam maç izlemekte, ve hala düzenli bir işim bile yok :/ peki sorarım size sayın okurlar. ben nerede yanlış yaptım ?

ps: acaba şimdi kola içtikçe aklına o günler geliyormudur? zira ben kola içildiğinde onu anımsıyorum bak... :(

en'style dan şeffaf clutch çekilişi

yazın sonu bende kendimi çekilişlere adadım... En'style blogunun sahibesi takipçilerine kendi yaptığı şeffaf clutch lardan hediye ediyor şartları şurtları okumak için lütfen tık tık

5 Eylül 2011 Pazartesi

blog satışı başlasınnn


sayın bilokçular. artık bende yaz sonu, evde giymediğim, hiç giyilmemiş ne var ne yoksa satmaya karar verdim... bunun için de bi blog daha oluşturdum... simone satıyor da hepsi listelendi... arada bu blogdan hediyeler de vereceğim... yeni yeni süper fikirlerim var... :) hiç vakit kaybetmeden blogu takibe alın... blog için tık tık

hayde mick jagger gibi dans etmeye :)



hastayım bu şarkıya , mick jagger'a da tabi, ve o eşsiz dansına da :)

4 Eylül 2011 Pazar

Stanley Kubrick neydi?


artık bloğun "yönetmenler" etiketi altında bir bölümünün de oluşma vakti gelmiştir dedim... ve sinema dünyasının dehası, mucizevi adamı stanley kubrick'le startı verdim...
burada kendisiyle alakalı naçizane fikirlerimi paylaşacağım... her açıdan olduğu gibi bir de simone'nun gözünden anlatacağım size...

genel olarak hayatını anlatmak gerekirse, kendisi 1928 de doğmuş, kariyerine bir dergide amatör fotolar çekerek başlamış daha sonra bi şekilde sinemaya adım atmış ve 1999'a kadar yönetmen olarak kariyerine devam etmiştir.. son filmi olan eyes wide shut (gözü tamamen kapalı) bittikten hemen sonra ise hayata veda etmiştir...
hayatına bir çok film sığdırmış bu yönetmen, fizik için albert einstein ne ise sinema için de stanley kubrick o'dur dedirtmiştir...
IQ seviyesi normalin altında olduğu iddia ediliyor, doğru yanlış bilemem, fakat bana bunun doğru olabileceğini düşündüren bir kaç şey var, IQ seviyesi denen şey pratik düşünebilmeyi gerektirdiğine göre, ve Stanley Kubrick kesinlikle pratik düşünemeyecek kadar mükemmeliyetçi olduğuna göre evet bu doğru olabilir... zira Kubrick çektiği filmlerde kullanılan duvar renklerinden halı desenlerine kadar her detayı en ince ayrıntısı ile inceleyen , obsesyon derecesinde takıntılı, simetrik hastası bir yönetmendi. filmlerinde oynayan oyuncuları çıldırttığı söylenir... bir sahneyi 170 kere çektiği bilinir... mükemmellik anlayışı onda biraz abartılıdır.
bu yazıyı okuduktan sonra filmlerine başka bir açıdan bakacaksınız... çünkü onun filminde asla rahatsız edici, yamuk çarpık, hiç birşey göremessiniz... örneğin SHİNNİNG de Jack Nicholson'nın koridora çıkıp arkadaki desenin tam ortasında durduğu bir sahne vardır ki kesinlikle tesadüf olamaz, Kubrick filmlerinde tesadüf yoktur, filmdeki arabanın renginden, fayanslara kadar her şey onun elinden ve gözünden geçmiş ve mutlaka bir anlam yüklenerek karar verilmiştir.
ayrıca her filminde felsefik bazı anlamlar gizlidir, bazı mesajları seyirciye vermekten büyük zevk alır... onun gerilim filmlerinden birini izlerken, zamanının yanlışlarına, hatalara ve dünyevi yanlışlara bol bol gönderme yaptığı görebilirsiniz... sinema dünyası için bir başyapıt olan A Clockwork Orange geleceğin yoldan çıkmışlığı, gençliğin geleceği içler acısı durumu daha çekildiği 1971 yılında yeterince net ortaya koymuştur, bu IQ su düşük yönetmenin nasıl bir öngörüsü olduğunu siz anlayın...

ve son olarak Stanley Kubrick sadece bir yönetmen değil aynı zamanda mükemmeliyetçi bir kahindir... 68 de çevrilen A Space Odyssey'in hala tüm zamanlara hitab etmesi de bunun kanıtı değil mi ?

aynı zamanda filmlerinde herkes aynı mükemmeliyet duygusunu yaşamayabilir... zaten o mükemmel senarist değil, mükemmel yönetmendi :)

2 Eylül 2011 Cuma

müzisyen simone


maymun iştahım ve tez canlılığım yüzünden , çok istememe rağmen bir türlü sonunu getiremediğim şeylerden biri müzik :) ergenlik dönemimde, en çok istediğim şey gitar çalmaktı(çoğu ergen gibi)... öyle bir aşktı ki benimki, gitarı elime aldığım an bir jimi hendrix , bir kirk lee hammet olacağımı sanardım... annem bu zaafımı yıllarca bana karşı kullandı "odanı toplarsan sana gitar alıcam, bu sene takdir alırsan sana gitar alıcam, üniversiteyi kazanırsan sana gitar alıcam" vs vs vs :D ilk gitarıma abim sayesinde sahip oldum, kapıyı açtığımda onu elinde gitarla görünce, çığlıklar ata ata kaptım gitarı oturdum hemen. tellere dokundum ki sonuç hüsran :S ve o anda tüm bu gazı bana "melodi öğrenilmez hissedilir" cümlesiyle aşılayan, sevgili amadeus mozart'a inancımı kaybettim..." bal gibi de öğrenmeli bunu, yedin beni mozart" diye düşündüm...
o ilk günden sonra uzunca bir süre gitarım ve ben sadece birbirmize bakışmakla yetindik... o odamın en has köşesinde ben ise yatağımda dizlerimi ellerimle sarmalamış ve çenemi umutsuzca dizlerime dayamış vaziyette... aradan yıllar geçti, ve gitardan tek çıkan ses, tozunu alırken tellere dokunduğumda çıkan ses oldu... evimize zamanla bendir, ney, akardeon, gibi bi takım müzik aletleri girdi çıktı... akardeon çok yer kapladığı için babamın bir arkadaşına verildi, ney o... zamanlar taze evli olan arkadaşımın kocası sırtına vurunca kırıldı (o zaman boşa bu adamı demiştim diinlemedi beni) :) bendir'in ise akıbetini hatırlamıyorum bile... ama gitar, o gizemli sessizliğini hala koruyordu... bir gün abim gitarı aldı ve gitti... yokluğunu kimse hissetmedi, taa ki 2 gün sonra elinde bir ibanez le gelene kadar... yakışıklı, karizmatik, üstelik de askılı bu gitar herkesi kendine hayran bırakmıştı... lakin içimdeki santana, ibanezi görünce tekrar canlanmış ve gün yüzüne çıkmıştı, o dönem biraz daha hırslandım evet kabul ediyorum... hatta öyle bir hırslandım ki parmak uçlarım nasır tutmaya başladı sonuç itibari ile tek çalabildiğim şarkı ise toplasan 5 notayı geçmeyen zülfü livaneli'nin kan çiçekleri nakaratıydı... hiç de tarzım olmadığı halde neden bu şarkıyı seçtiğim de gayet ortada zaten... velhasıl abim yuvadan uçarken gitarı da omzuna takmayı ihmal etmedi, ve gitarla olan aşkımız orada son buldu, (bi dönem evimize misafir olan kuzenin elektro gitarından hiç bahsetmiorum bile)
gel zaman git zaman, dönemsel olarak değişen müzisyenliğim bi dönem darbuka çalmaya kadar gitti, hatta tünelde darbuka bakan, deneyen bir kız gördüyseniz o ben bile olabilirim :) ondan çabuk vazgeçtim ve sonunda esas ilgi alanımı keşfettim :) ben tuşlu çalgıların insanıydım... telliler bana göre değil, hele üflemeliler hiç değil, zira lisede bando takımından zurnayı öttüremediğim için diskalifiye olmuştum... akardeona kesin dönüş yapmak üzereydim ki o dönem oyunculuk yaptığım tiyatroya bir kuyruklu piyano geldi... kardan mahsur kaldığımız zamanlarda üstüne bir battaniye örtüp yatak olarak kullansak da, kuyruğuyla aklımı başımdan almıştı bile. başına oturunca bırak, hendrix'i, hammet'ı kendimi beethoven gibi hissediyor, zaman zaman kont drakula oluyordum... bu kez tek arzum bir kuyruklu piyano alıp eve getirmek olmuştu... annemi ikna etmeye çalışıyordum " yaw anne valla bildiğin gibi değil acayp kullanışlı bi alet, istersen kapa kapağını, yemek masası yap, istersen üstüne vazoyla çiçeklerini diz" ama yok annem bu kez ikna olmuyordu... neyse ki çalıştığım ajansa antika bir piyano geldi, tam 180 yıllık... tuşları tam olarak çalışmasa da muhteşem bir estetiği vardı ve aşkım daha da kuvvetlenmeye başladı... şimdi evimde bir kuyruklu, kuyruksuz piyanom olmasa da yıllardır süren bu piyano aşkımı küçük de olsa bir org alarak bastırmaya karar verdim :D bi o eksikti ! dediğinizi duydum... ama bu kez kararlıyım. vallaaaaa :D (yıldız tilbe edasıyla) :)

ps: bu arada yukarıdaki foto simone'nin yüzünü deşifre ettiği ilk ve belki de son fotosu olacaktır :D